08 Aralık 2008

kurban

bütün gece uyumazsın. oturursun, oturdukça boş duramayan beynin düşünür. sorgular. nerede hata yaptığını ararsın.
kafandakilerden emin olana kadar kimseye birşey hissettirmeyecek, eğer yanıldığını anlarsan vazgeçeceksindir (yanılmadıysan zaten işler yolundadır). planın budur ama suya düşmüştür. nasıl olup da bütün bunların dışarıya taştığını, üstelik taşırdığını farketmediğini sorar durursun kendine. aptal durumuna sokmuşsundur kendini..
düşünür, düşünür, düşünürsün.

sabah olur, yeni gün bayram günüdür. açık camdan içeri sesler sızmaktadır. dışarıda toplananların ilahi okuduğunu ve ardından kesilen boğazdan yükselen hırıltıları duyarsın, camı kapatıp müziğin sesini biraz daha açarsın, kulaklarını tıkarsın ama susmaz o hırıltı.. cinayete tanık olursun.

sevmiyorum. sevmiyorum işte. bayramları. ama en çok da kurban bayramlarını. yollamasın kimse bana bayram mesajı falan. benim bayramım değil. kuzuların sessizliği

istanbulmuşum ben

Genelde pek işim olmaz böyle şeylerle, internette boş boş gezinirken şu teste takıldım, çözeyim dedim. Sonuçta bu çıktı:

Her şehrin kendine has bir kişiliği vardır, tıpkı insanlar gibi. Peki siz hangi şehirsiniz?

İstanbul

Siz tam anlamıyla bir “İstanbul”sunuz. Eğer İstanbul’da doğduysanız bu sizin için adeta bir şans demek, çünkü zaten başka bir şehirde mutlu olmazmışsınız gibi bir duruşunuz var. İstanbul hiç bir zaman öngörülemeyen karakterdedir, gizemli, cazibeli, büyüleyicidir, tıpkı sizin gibi. Hem geçmişinin izlerini taşır hem bugünü tüm realitesiyle yaşatır. Kim neyi görmek istiyorsa İstanbul’da onu görür. Tanımak, tanımlamak zaman alır. Tüm bunlar da size has özellikler değil mi? Siz nereye giderseniz gidin denizinin kokusuyla, sokaklarının sesiyle, mavi rengiyle İstanbul sizi geri çağırır ve siz bu çağrıyı kulak ardı edemezsiniz. Çünkü siz zaten "İstanbul"sunuz.



Bu kadar mı belli olur İstanbul'a olan aşkım? Bu mudur sebebi?..
Ayrı kaldığım yıllar boyu az mı dayanmaya çalışmıştım İstanbul'un kulaklarımdaki çığlıklarına; hep çağırmıştı, hep.. Evet, işte buradayım.. Peki şimdi ne yapmalı?..

07 Aralık 2008

gelecekse, ne gelecekse gelsin

Şöyle bir şey gördüm:
Christopher Sloan, Peter Andrews, Chris Stringer, David Lambert adlı bilim adamlarının çalışmalarından yararlanarak insanoğlunun gelecekteki evrimini simulasyon tekniğiyle resmetti. İşte önümüzdeki 5 milyon yılda insanoğlunun varsayılan evrimi:

1 milyon yıl sonra



Unihuman (Homo Sapiens Sapienter): Evrimin sonucunda farklı ırklara ait özellikler karışarak küresel ölçekte genetik bir karışım oluşturacak. Sosyal yapı, insanlar arasındaki harmoniyi koruyacak biçimde yapılanacak. Ancak bu önemli bir potansiyel tehlike de taşıyor. İnsanların 'tek kültürlü' yapısı evrimi durdurup gelişmeyi engelleyerek, sonraki nesillerin çöküşüne neden olabilir.
____________________________________________

2 milyon yıl sonra



Survavalistian (postapocalypticus): Nükleer savaş ya da Dünya'ya bir göktaşının çarpması gibi küresel bir felaket evrimi yeniden tetikleyebilir. Yeni ortama adapte olabilmek için insanlar gece görüşü ya da radyasyona dirençli deri gibi yeni fiziksel özellikler geliştirebilirler.
____________________________________________

3 milyon yıl sonra



Numan (homo genomicus): Genetik müdahaleler sonucunda, her türlü değişimin sona erdiği 'doğal' insanoğlu ile üst düzey genetik özelliklere sahip 'numan'lara kadar çeşitli ara-türler üretilecek. Ancak burada 'doğal' insan ile genetik üretim 'numan'lar arasında bir çatışma yaşanacak. Merak edilen soru şu: Bundan kim galip çıkacak?
____________________________________________

4 milyon yıl sonra



Cyborg (humo roboticus): İnsan bedenine robotik katkı rutin haline gelecek. Her ne kadar robotik gelişme, nesillere aktarılan bir özellik olmasa da, insanoğlu hastalık ve dış etkenlere karşı daha savunmasız kalacağından, robotik gelişmeler zorunluluk haline gelecek. Sonuç: robot ile insanın ikili yaşamı. Buradaki potansiyel güçlük de insanoğlu ile rekabete girebilecek yapay zekaların ortaya çıkması olacak.
____________________________________________

5 milyon yıl sonra



Astran (astranthropus): İnsanoğlunun tüm yapısı diğer galaksilere yolculuk için, doğal ve robotik yollarla baştan aşağıya yenilenecek. Astranlar, hayati sistemlerini binlerce yıl canlılık için gerekli destekleyiciler sayesinde dondurabilirken, uzay yolculuğunu robot pilotlar sürdürecek. Yıldızların ötesindeki koloniye ulaşıldığında da astranlar geçici uykularından uyandırılacaklar.
____________________________________________

sevmiyorum. karamsarlığı da felaket tellallığını da. ama bırakın 5 milyonu 1 milyonu, 10 yıl sonra bile dünyanın var olacağından şüpheliyim.

bunu bir kenara bırakırsak; "2000'de o olacak, 2005'te şu olacak, 2010'da bu olacak" gibi başka varsayımlar yapılıyordu 1997'de. ben o zamanlar gazetelerde gördüğüm bu tip haberleri kesip bir ajandaya yapıştırarak arşivliyordum. şimdi bakıyorum da, az bir kısmı hariç hiçbiri öngörüldüğü gibi olmamış, olmadı, olmayacak.

Bkz 06.12.1997 tarihli Milliyet Gazetesi'nden kestiğim kupürdeki, Time'ın araştırmalarına dayanan öngörüler:
1999- erkeklerde doğum kontrol hapları ve iğneleri yaygın olarak kullanılacak. (?)
2000- gen terapisi, hiv pozitif veya kanserli hücreleri tedavide kullanılacak.
(?)
2001- duvarlara monte edilen 1m uzunluğundaki ekranlarda tv izlenecek.
(bildiğimiz plazma, lcd tv)
2003- kameralı ve ekranlı mobil telefonlar sayesinde her yerde film izlenebilecek, oyun oynanabilecek.
(nokia n-gage ve türevleri..)
2005- internete bağlanan aktif kontakt lenslerle, gözleri açmaya gerek kalmadan e-postalar okunacak, sörf yapılacak. tatil görüntülerinin bulunduğu posta kartları veya aynı boydaki ekranlar marketlerde satılacak.
(?)
2006- molekül yapılarında elektronik duyular bulunan, çökme ve sıkışmayı haber veren akıllı yapı malzemeleri üretilecek. akıllı malzemelerden üretilen giysiler, hava sıcaklığını haber verecek ve sıcaklığa göre derece değiştirecek.
(?)
2007- arabalarda kullanılacak çok açıdan ve uzak görüşlü radar sistemiyle kazalar önlenecek.
(?)
2010- sahibinin sesine göre programlanmış robotlar evdeki her şeyi kullanacak, tamir ve kontrol edecek.
(hep birlikte daha tembel günlere..)
2015- bütün hastalıkların genetik kökeni bulunmuş olacak. (bak bu iyi haber işte!)
2016- holografik (üç boyutlu resim veren negatif) telefonlar, aranan kişinin bütün hayatı boyuncaki görüntüsünü sunacak. (yok gari boncuk!)
2017- insanlar mars'ta yaşamaya başlayacak. 2044'te ise kalıcı yerleşim yeri olacak. (onu bilmem de 2017'de dünyaya bir şey olacak, kesin.)
2020- bin kişiyi saatte 900 kilometreyle 9000 kilometreye kadar götürebilecek kanatlı uçaklar kullanılacak. (hoop, tabakhane o tarafta değil!..)
2022- dışarıda büyütülen ceninler yine dışarıda oluşturulan döl yataklarında döllendirilecek. böylece insan vücuduna gerek kalmadan doğum yapılacak. (ee, ne anladım ben bu işten?)
2025- beyne bağlanan bilgisayarlarla duygular ve düşünceler öğrenilecek. (off en fenası da bu olacak sanırım..)
2030- suni iç organ üretiminin ardından, suni kol-bacak-göz üretimi başlayacak. uzun süreli uzay yolculuklarında insanlar kış uykusuna yatacak. (her şey tamam, bir bu eksikti)
2040- nükleer reaksiyonla elektrik üretilecek. (nükleer santral? o zaten var! değil galiba, başka bir şey demek istemişler..)
2044- kendini üretme kapasitesi olan mikroskobik robotlar geliştirilecek. (hah, sonra hepsi kontrolden çıkıp üremeye başlasın, bizi ele geçirsin de görelim günümüzü! hehe)
2500- insan ömrü 140 yıla çıkacak. (bayılıyoruz uzun yaşamaya. sanki bok varmış gibi..)


bilimadamları böyle öngörüler yapmayı seviyorlar. kötü birşey değil, ama bence bir faydası da yok.

bir de nedense, dünyaya ne olursa olsun insanlar asla yok olmayacaklarmış gibi düşünülüyor. sanki her şey olur da insan türü canlılar hep var olmaya devam edecekler gibi, "5 milyon yıl sonra bu hale geleceğiz" diye öngörüler sunuyorlar... kendi türünün yok olabileceği ihtimalini düşünmek bile istemiyor beyinlerimiz. hani "herkesin başına gelir de bana birşey olmaz" diyen bilinçaltımız gibi yani...

"bakın halen dünyanın içine ediyoruz" ya da "bakın dünyayı mahvettik sıra diğer gezegenlerde, haydi virüs gibi bunlara da yayılalım" der gibi..
kıyamet, marduk vs ner ne ise; hani bir diğer öngörülerden, felaket senaryolarından biri olacaksa olsun da insanlık bitsin, dünya kendi halinde dönsün dursun. içinde yaşadığı gezegene en çok zarar veren -hatta tek zarar veren- canlı türü insan (ve tüm ürettikleri) ortadan kalkarsa belki en azından gezegen kurtulur da bilmemkaç yüz-bin-milyon herneyse yıl sonra kendini toparlayarak insanlık öncesi o eski tertemiz haline geri döner... ha sonrasında yeniden insan benzeri bir başka tür evrimleşip de gelişir mi, bu kısır döngü devam eder mi orasını bilemem..
bir de, 1 milyon yıl sonra alien gibi gözler olacakmış da sonrasında o gözler yeniden insan gözü şekline geri mi dönecekmiş?..

05 Aralık 2008

kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi aklımda kimse yok aslında hepsi ak-lım-da
kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse kimse

04 Aralık 2008

bir baş ağrısı eksikti...

hepsi yanılsama

Çarşambalarım acayiptir. perşembelerim daha da acayip ama şu an konumuz acaip geçen bir çarşamba günü.

dün, otobüste tarabya'ya giderken, saat 14:32'de boğaziçi köprüsünün altından geçmekte olduğumuz sırada kulaklığımda radiohead - paranoid android çalıyordu ve iki sıra önümde oturan çiftin 3 yaşlarındaki çocuğunun ağlama sesi kulaklığımı delip beynime ulaştığında "oha" dedim.. çünkü çocuk, thom yorke'ün "rain down, come on rain down on me" derkenki sesiyle aynı tonda ağlıyordu.. şarkıya eklenmiş bir efekt gibi oldu..

bu belli etmişti zaten günün acayip geçeceğini.

sonrasında peyote'deydim. ars longa dinleyecektim. bardan aldığım not kağıtlarına yine birşeyler yazdım...

yine aynı yer, yine aynı pozisyon. bu defa 2nci biramı içiyorum. ars longa henüz başlamadı. ama bu kez 24 saattir uyanık durumdayım.
her an ağlayabilirmişim gibi geliyor. "istanbul uyurken"i söylüyordum kendi kendime, gözlerimi kapattığımda yine aynı yerçekimsizlik hissini yaşadım... oysa ki "edhearcrowl" çalıyor imiş. tabii ismi buysa. tam göremedim bilgisayar ekranından.
bazen içimden çok şey geliyor. bir de yapabilecek kadar cesur olabilseydim.. ya da otostopçunun galaksi rehberindeki o silaha sahip olabilseydim...
ağlasam ne değişir şu an?
"yaşanmamış hiçbir şey kalmasın hayatımda" ama yaşanmamış olarak kalacağını düşündüğüm şeyler var orada işte.. sinir bozucu olan da bu ya...
bazen insanların benim bir gerizekalı olduğumu düşündüklerine inanıyorum.
BAŞARDIM! sonunda başardım. evet yaş geliyor gözlerimden.. "istanbul uyurken ağlarım yalnızlığıma"
hepsini ben yaptım. kendi beynimde kendim yarattım. sebebi benim. sonucu da benim. o yüzden hiçbir şeye pişman olmamam gerekiyor.
suede - europe is our playground çalıyor.
sanırım bunu yapacağım. "istanbul uyurken" çalarken sahneye fırlayıp sinan'la beraber söyleyeceğim...

KORKUYORUM.
çok şey istememiştim. sadece.. neyse boşver, kimse yaralanmasın.
KAHRETSİN!
23:28 ars longa sahnede. "bir son" ile.
ardından çalan "istanbul uyurken"de ne kadar istesem de fırlayamadım sahneye. dizlerim titriyor. uzun zaman olmuştu katıla katıla ağlamayalı. sanırım bu ilkdördün ruhundan.
oysa ki neler demek geliyor içimden.. oysa ki ne kadar
saçma sapan!..
cesaret biraz. cesaret. sahneye fırlayıp şarkıyı söylemek için biraz cesaret.
yalnızım, tekten yalnızım..


yaptım. o cesareti buldum ve fırladım sahneye. şarkının sonuydu. kapatıp gözlerimi "ve gelmedi hiç gelecek" dedim mikrofona. indim. daha da ağladım sonra. çünkü gelmeyecekti hiç gelecek. o cesareti bana verene gidip sarılarak ağladım. birine sarılarak ağlamak, üstelik sarıldığın kişinin sesiyle büyülendiğin kişi olması. ona sarılıp ağlamak, onun şarkılarını dinleyip ağlamaktan çok daha huzur vericiymiş.


sanırım bugün itiraf günümdeyim. haydi bakalım...




ve günün sonunda kendi kendime şunları itiraf ettim.
evet. hepsini ben yaptım. hepsi yanılsama. ben yaptım.
ben.
yaptım.
yanılsama.

(ah bu da kalbim, yarattı deveyi dehşet içinde)
(kimse yok aslında hepsi aklımda)



Edit:   Yıllar sonra denk gelip de youtube'da bu konserdeki "istanbul uyurken"in videosunu buldum...

03 Aralık 2008

why don't you find out for yourself?..

vast

ismi "visual audio sensory theater" baş harflerinden oluşur. ikinci albüme kadar bir grup degildi, sadece ve sadece jon crosby'den ibaretti. besteler, sözler ve aranjmanların yanında, enstrümanların da çoğunu kendisi çalmıştır ilk albümde. önemli bir detay da albüm çıktığında kendisinin yirmili yaşların başında olmasıdır. hatta allmusic.com un dediğine göre 13 yaşında iken guitar player magazine tarafından gelecek vaat eden bir gitarist olarak gösterilmiş. ardından, peşine justin cotta(gitar), thomas froggatt(bas gitar) ve steve clark'i(davul) takıp "music for people" adlı albümü çıkardı. 2006'da gitarda ben fenton ve davulda dustin williams 'ı gruba ekleyerek konserlere devam etti. ayrıca "touched" isimli şarkısı "the beach" filminin teaserında fon müziği olarak kullanımıştır. 


 diskografi:
april (2007)


nude(2006)


turquise + crimson (2006)



a complete demonstration(2006)




free (2004)



music for people (2000)



visiual audio sensory theater (1998)










son olarak, Bang Band SiXXX - Relay EP internet üzerinden ulaşılabilir durumda.







benim vast'i tanımam ise, 2007 ağustosunda k-rock'ta çalışırken "april" albümünden "tattoo of her name" adlı şarkısını duymam ve anında aşık olmam şeklinde oldu... ardından "visiual audio sensory theater" albümünden "you" da bende ayrı bir yer edinmiştir.. 


sözleri haricinde melodisinde de bir hüzün barındırır. şarkı ilk başladığında bunu hissedersiniz.. sonra jon crosby abimizin yumuşak sesi hikayeyi anlatmaya başlar.. 

She told me he was beating her today 
And she showed me all the bruises on her face 
I said, "baby, can I make it all ok?" 
She said, "honey, you should make him go away" 

There's a hundred thousand dollars in the bank 
And the policy he took out yesterday 
We can live outside the country for awhile 
Until things smooth over and get under control 
There's a tattoo of your name across my soul 

buradan itibaren elektro gitar da eşlik etmeye başlar, hikayenin gelişme bölümüne gelinmiştir. 

I bought a rifle and black guns without a name 
For an alibi she went six states away 
When I saw him I felt fire I felt cold 
Like the devil and the lord wanted my soul 
 Like the tattoo of your name across my soul 

So I shot him in his car until he died 
I called to give the signal and she cried 
Life has a way of making other plans 
She called the cops and said I was a crazy man
I'm gonna get this thing removed when I can 

ve işte burada, crosby abimiz sesini yükseltir. hikayemizin en acıklı kısmına gelmişizdir, gerçekler göründüğü gibi değillerdir.. 

There was never any policy 
And the bruises came from falling on the street 
So the judge gave me one hundred thousand years 
In the courtroom she was filling up with tears 

I saw her hold the lawyer's hand real tight 
They looked tired from not getting sleep last night 
Seems the whole time she had me under control 
With a tattoo of her name across my soul 

She gets off and I will never have parole 
Just this tattoo of your name across my soul 
Just this tattoo of your name across my soul...

şimdilik bu kadar, daha sonra üzerine yeniden konuşacağız... 

  (italik yazılı kısımlar ekşisözlükten alıntıdır.)

02 Aralık 2008

denk geldim, çok hoşuma gitti, alıntıladım...

"korkuluğa ihtiyaç duymayan başaklar gibi
uçsuz bucaksız bir huzur, (varlığın)
uzaktaki doğuları okşayan ipekten yol, (sesin)
masmavi gecede yakamoztaşı, (gözlerin)
ödünç ve kibrit, (bileklerin)
bir paraşüt gibi açılıyor bazen, (omuzların)
dokunmak için şişkin bir bahaneye sığındığım, (karnın)
dünyanın tüm bilgelerinden icazet almış, (bilgiçliğin)
savaş alanındaki ince kırmızı bir hat, (dudakların)
just another false alarm! (bu kez değil!) "

çöp tenekeme bırakılmış bir başlık, just another false alarm.. içeriğinde yazılanlar böyle, bakalım daha kaç yaşımıza daha gireceğiz ? kimse bilemez, her geçen an bir yanılgı ile doğruluyoruz zamanı, şarkıyı, rüzgarı.. ve dikkatli baktığında, üç kez göreceksin içinde adını.. belki de öyle geç göreceksin ki, sana gösterdiklerinde adını unutmuş olacaksın..

(mafizzamir teklif, 15.11.2004 02:02 ~ 07.12.2004 03:00)

engel

sabahın köründe bu sorunsal takıldı kafama:
x kişisi y kişisini msnde neden engeller?
  1. y'nin bir kabahati yoktur, sadece x, bir süre gizlenmek istemektedir.(canım öyle istedi modu, tribe girmek de diyebiliriz)
  2. x, y ile konuşmak istememektedir. (ilgisizlik modu)
  3. x, y ile konuşmak istemektedir ama konuşmaması gerektiğinden kendini durdurmak istemektedir. (biri beni durdursun modu)
  4. y, vakt-i zamanında x'i rahatsız etmiştir; x, canının sıkılmasını istememektedir.(şimdi hiç çekemem modu)
  5. y, x'in kafasının karışmasına neden olduğu için, x bir süre y'nin varlığını görmek istememektedir.(gözüm görmesin modu)
  6. x, y'nin neler söyleyebileceğini tahmin etmektedir, o söylenenlere karşı verecek cevabı olmadığından muhatap olmak istememektedir.(zora gelememe modu)
  7. x, y'yi hiç tanımamış olmayı istemektedir.(bıkkınlık modu)
  8. x, y'yi meraklandırmak istemektedir.(bakalım ne yapacak modu, bir çeşit nispet de diyebiliriz)
  9. x aslında ne istediğini bilmemektedir.(mallık modu)
  10. y, x'in patronu, ebeveyni vb'sidir, o an msnde olmaması gerekmektedir ama olması da gerekmektedir.(saklanma modu)
düşünün bakalım.
şimdiye kadar msnde engellediklerinizi neden engellediniz?
peki karşı taraf bunun farkına varmış mıdır? varmışsa bu durum karşısında ne düşünmüştür?
neden insanlar açıkça "şu an konuşmak istemiyorum" demezler de bu tarz yolları seçerler? karşılarındakini kırmamak için mi?
hayır!
bencilliklerinden.
bunu söyleme zorluğunu kaldıramayacak olduklarından. (evet, zora gelememe modu)
emin olun, karşınızdaki kişiye o an onunla konuşmak istemediğinizi söylemek ve mümkünse nedenini de açıklamak, hiçbirşey söylemeden engellemekten daha az kırıcı olacaktır. en azından dürüst olmanız nedeniyle durum karşı taraf için daha kabul edilebilir bir hal alacaktır, ayrıca "neden" sorusu beynini bir kurt gibi kemirmeyecektir. zaten bir süredir tıkanık konuşmalar yapmışsanız, karşınızdaki kişi konuşmak istemediğinizi anlayıp üstünüze gelmemeye başlamıştır. bu durumda engellemeye falan gerek yoktur. eğer ki karşınızdaki kişi bunu anlayamayacak düzeydeyse ve halen üstünüze geliyorsa bir ihtimal engellenmeyi haketmiştir..

otostopçunun galaksi rehberi

yaklaşık 3 yıl sonra yeniden izlediğim film hakkında şu an fazla şey yazmayacağım. yalnızca birkaç alıntı yapacağım o kadar.

"don't panic!"
(
All that we fought for, all those places we've gone, all of us are done for... we live in a beautiful world, yeah we do, yeah we do... )

"
zaman bir yanılsamadır. hele öğlen vakti ise iki misli yanılsamadır."

"bugün perşembe olmalı.
perşembelerim hep berbat geçer."

"2'
2079460374/1 " -- "2079460374" :/

"işte buradayım! gezegen büyüklüğünde bir kafam var ama benden sizi köprüye götürmemi istiyorlar. buna iş memnuniyeti denebilir mi? ben demem."

"evren = 42"

"sorunun tam olarak ne olduğunu bildiğinizde cevabın ne olduğunu anlayabilirsiniz."

"kendinizi kurtulma umudunun olmadığı bir yerde bulursanız:
bugüne kadar yaşam size iyi davrandığı için ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün.
alternatif olarak; eğer yaşam, size yeteri kadar iyi davranmadıysa -ki içinde bulunduğunuz koşullar öyle olmadığını gösteriyor- artık başınıza başka dert açmayacağı için ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün."

"ana galaktika ansiklopedisi, aşk ile ilgili bölümünde, aşkın tanımının son derece karmaşık olduğunu belirtir.
otostopçunun galaksi rehberi ise aşk için şunları söyler:
mümkünse, uzak durun"

"normal nedir?
-ev nedir?
-eşek nedir?"

"is
permeçet balinasının düşerken aklından geçenler:
-hey neler oluyor? ben kimim acaba? neden buradayım? hayattaki amacım ne? 'ben kimim' derken neyi kastediyorum? tamam sakin ol, derhal kendini topla. çok ilginç bir duygu bu. şeyimde karıncalanmaya benzer bir şey hissediyorum. şu 'şey'e bir isim bularak başlasam iyi olacak. ona 'kuyruk' diyeceğim, evet kuyruk. 'kafam' olarak adlandıracağım şeyin yanından geçen şu kükreyen ses de ne? 'rüzgar'! bu isim iyi oldu mu? bence oldu. evet, çok hoşuma gitti. heyecandan başım dönüyor. yoksa rüzgar yüzünden mi? çünkü etrafta ondan çok daha fazla var. aniden üzerime büyük bir hızla gelmeye başlayan şey de ne böyle? o kadar büyük, yassı ve yuvarlak ki kulağa kocaman gelecek bir isme ihtiyacı var. 'ooppr', 'tooppr', 'toprak' gibi. işte bu! toprak! benimle arkadaş olur mu acaba? merhaba toprak!"

"rain down, come on rain down on me from a great height.."

"bir saksı petunyanın düşerken aklından geçenler:
-yo, hayır, yine mi?"

"bir baş ağrısı eksikti..."

"yaşam döngüsünün başlangıcı için hazır olun.
3
2
1
....."
(bak, birden durdu tüm dünya.. 4.... 3.... 2.... 1....)

"dikkatsizce konuşmanın hayatlara mal olabileceği herkes tarafından bilinir. ama sorun her zaman
göründüğü gibi değildir. örneğin, arthur dent tam "harika havlum olmadan hiçbir yere gitmek istemezdim" dediği anda, uzay-zamanı yapısı içinde bir solucan deliği oluştu ve sözcükleri; zamanda geriye, uzayın ulaşılması mümkün olmayan, galaksinin en ücra köşesine, tuhaf ve savaşçı yaratıkların neredeyse yıldızlar arası korkunç bir savaşa girmek üzere olduğu bir zamana taşındı. göz kamaştırıcı siyah savaş donu giymiş iki düşman lider, ürkütücü bir sessizliğin ortasında son kez buluşmuşlardı. işte tam o sırada "harika havlum olmadan hiçbir yere gitmek istemezdim" cümlesi, toplantı masasına doğru sürüklendi. ne yazık ki bu, dillerinde bilinen en aşağılayıcı hakaretti. bunun üzerine düşman savaş filoları, aralarındaki anlaşmazlıklara son verip güçlerini birleştirerek galaksimize, hakaretin kaynağı olarak tespit edilen yere doğru saldırıya geçtiler. güçlü uzay gemileri, binlerce yıl uzayın çorak boşluğunda yol aldıktan sonra savaş çığlıkları eşliğinde dünyaya saldırdılar. ama büyük bir yanlış hesaplama yüzünden bütün savaş filosu küçük bir köpek tarafından yutuldu. neden-sonuç ilişkisi üzerine uzmanlık yapmış kişiler, bu tarz olayların evren tarihinde her zaman olduğunu söyler. "

"elveda ve balıklar için teşekkürler
olayların bu noktaya gelmesi çok üzücü
sizi uyarmaya çok çalıştık
ama
sizin bizi anlamamış olmanız
tamamen kendi anlayışsızlığınız
üstelik çevrenizdeki birçok doğa harikasına rağmen..
elveda, elveda ve balıklar için teşekkürler
dünyanız yok olmak üzere
sinirlenmeyin, olan oldu bir kere
arkanıza yaslanın ve bırakın gezegen yok olsun.
tonbalığı ağlarına rağmen
yine de bazılarınızı çok sevdik
özellikle küçük bebekleri ve hamile kadınları
elveda, elveda ve balıklar için teşekkürler..."
"yaslan geri, başlat yine. zaman yok ki, yalandı,bizden uzaktı, bilsen nelere kadir insan!"

30 Kasım 2008

görüyorum.
saklanmak gereksiz.
biliyorum.

27 Kasım 2008

dün çok güzel yağmur yağdı. İstiklal'de şemsiyesizce yürürken çevredeki insanların neredeyse hepsi şemsiyeli ya da üstüne başına poşet geçirmiş halde yağmurdan kaçıyorlardı. ben sırıta sırıta ve yavaş adımlarla yürüyüp tadını çıkarıyordum. bir de peyote'de adı "edat" olan bir kız gördüm..
bir de tarabya'da, içinde yılbaşı için süslenmiş çam ağacı olan bir ev gördüm.. fotoğraf biraz titrek ama yine de belli oluyor. en üst katta ışıklandırılmış çam ağacı, alt katın penceresinde ise mavi ışıklandırma var.

bu işte bir iş var demiştim. birşeyler iyiye giderken birşeylerin de kötü gitmesi mecbur mudur?
boşver, eskisi gibi kalsın...





bir de şunları yazmıştım dün peyotedeyken:

(26.11.2008 - 00:15)

beynimin ufakta ufaktan uyuşmaya başladığını hissediyorum.
peyote...
yaklaşık 4 saattir buradayım. bu içtiğim 3üncü bira, 6ncı sigara. çok birşey değil. OAK sahnede. biten parçayı alkışlamak için yazmayı kesiyorum...
sıradaki parçanın ismi surrender imiş. güzel.. pek güzel..
neden yazdığımı da bilmiyorum aslında. sadece içimden geldi. yazıma bakıyorum da ne kadar kayık...

gözlerimi kapattım, yerçekimi yokmuş gibi bir his yaşadım.
evet...
güzel....
kapatmalıyım gözlerimi...

içsel takılmaktayım. fena halde. iyi geliyor. sanki...
evet iyi.

not kağıdında yazan markanın ismi gibi, new life..

sıradaki parçanın ismi ise "piyanolu eski parça" imiş. bir sıcaklık ve ağrımsı his hissediyorum. sıcaklık elmacık kemiklerimde, ağrımsı his ise midemde. şişkin, taş oturmuş gibi. zor. tarif etmek zor.

çok acayip göründüğümden eminim. sahneye çıkmak için kullanılan basamağa oturmuş sahnenin üstünde not kağıtlarına yazı yazan hatun.. tek başına, bira içiyor...
acaba çevremdekiler ne düşünüyor hakkımda? farkındalar mı? sahnedekiler peki?

bunları yazarken dirseğimde değişik bir kasılma yaşıyorum. çok uykum var, ama sarhoş değilim, bilincim tamamen yerinde.

acaba şu içsel gücüm kafamdakilerin olmasını sağlar mı?...

25 Kasım 2008

bu işte bir iş var 2

değişik şeyler oluyor. iyi şeyler. garip bir şekilde. özellikle son dolunay haftasından beri yani ayın 7-8inden beri..
yine yeniden kendi yanılsamanı kendin yarat moduma döndüm sanırım.
gülümsüyorum, gülümsedikçe daha da gülümsetecek şeyler oluyor.
örnekse, 18 ekimde çıkarıldığım işime 15 aralıkta yeniden başlayacağım..
bu işte bir iş var.

muz aromalı çikolatalı pudding

harika bir şey yaptım! =)
evet, çikolatalı pudding yaptım! gecenin 3'ünde nihayet günlerdir üşendiğim pudding yapma işine giriştim.

2 paket Dr. Oetker çikolata parçalı pudding,
1 küçük kutu (200ml) pınar kido muzlu süt
4 su bardağı pınar süt.

ilkin süt, ardından toz halindeki pudding (muhteşem kokar) tencereye dökülür. önce orta, kaynamaya başlayınca da kısık ateşte ve sürekli karıştırılarak (evet asıl üşendiren bu kısımdır) pişirilir. kıvam arttıkça karıştırma işi zorlaşır, ama aynı zamanda pişmek üzere olduğunu bildiğinizden, keyif vericidir. kaselere boşaltıldıktan sonrası daha da zevklidir. kepçe yalanır, tencere önce kaşıkla, yetmeyince parmakla sıyırılır, yalanır da yalanır.. bir de, varsa tablet çikolata rendelenip kaselere ilave edilir ve soğumaya başlayan puddingin üzerindeki kabuk kısmı parçalansın da çikolata parçaları içine dağılsın diye karıştırılır. bunu pudding çok sıcakken yapmamak gerekir, yoksa çikolata parçaları erir. (evde tablet çikolata olmadığı için bu defa puddingimi çikolata parçaları olmadan yiyeceğim. ayrıca, puddingin adı "çikolata parçalı" olmasına rağmen içinde böyle parçalar söz konusu değil - ki olsa zaten pişerken eriyecek ama yine de olmaması sinir bozucu, o da ayrı mesele)

o koca tencereden 1'i büyük, 4ü küçük toplam 5 kase pudding çıktı. (evet büyük kase benim, hatta 3 küçük kase de) neden paket puddingler bu kadar az olmak zorunda?..


sonunda, soğuyan pudding, evdeki köpeğin masum masum bakışlarına aldırmadan sinsice bir keyifle bi' güzel yenir. nihahaha!

23 Kasım 2008

gülünesi..

Bir arkadaşım askere gidecekmiş, bugün tüm arkadaşlarını toplayacağını önceden duyurmuştu. Gittim. mekan, kadıköy'de incir pub. 15 kişiyiz, aralarından yalnızca kendi arkadaşımı tanıyorum. duvara asılmış bir lcd ekranda cnbc-e açıktı. saat 21.45 civarı, hangi dizi olduğunu bilmiyorum, ekranda şöyle bir görüntü vardı:
hatun; özel kıyafetlerle bir odada, içlerinde nükleer madde olduğu belli olan (üzerinde ikonlar bulunan) fıçılar var. nefes almakta güçlük çekiyor, kendini odadan dışarı atıp başlığını çıkarıyor, bir başka özel kıyafetli kişi onun üzerine bir cihaz tutarak ölçüm yapıyor.
hatun: bu ne anlama geliyor?
diğeri: radyasyona maruz kaldığın anlamına geliyor..
Ardından yine özel kıyafetli birkaç kişi, hatunumuzu bir yere götürüp çırılçıplak soyuyor, kocaman hortumlarla tazikli su kullanarak, üstelik sopalı fırçalarla yıkıyorlar!...

bir de nereden estiyse 15 kişi kulaktan kulağa oynadık. cümle benden geçti, sonraki arkadaş yanındakine eğilip cümleyi söyledi, dinleyen arkadaş ise düşünüp cevap vermek üzere ona döndü.. farkında bile değilmiş oyunda olduğumuzun, üstelik cümleyi söyleyen kişiyle tanışmıyorlar bile.. o arada koptuk zaten...
"gökhan s*ktir olup gider mi yoksa başımıza mı kalır" cümlesi, sonuncu kişiden "ayşe yukarı sokağa taşınıyormuş" olarak çıktı -ki o da ayrı bir mevzu..



edit: yayın akışından baktım, o dizi TERMINATOR: THE SARAH CONNOR CHRONICLES'mış...

17 Kasım 2008

malum zaman teknoloji

bilgisayarımın monitörü yandı. aman ne güzel..


bunun üstüne bu gider:

Malum Zaman Teknoloji - Kesmeşeker

Gitsen de dünyanın ucuna
Her yerde zaman nimetleri
Teknoloji yüceltti hepimizi ama yok, yok panzehiri
Saat sabahın ikisi televizyon çoktan bitti
Şimdi herkes uykuda yorgun kentlerde
Zaman neler getirir
Neler neler sence?
Şimdi herkes uykuda yorgun kentlerde
Şimdi herkes uykuda yorgun semtlerde
Olmak ya da olmamak
İşte tüm mesele
Tedirginiz güneşli günlerde bile
Malum zaman, teknoloji
Malum zaman, teknoloji, yüceltti hepimizi
Malum zaman, teknoloji, yok panzehiri
Malum zaman, teknoloji, malum zaman teknoloji

15 Kasım 2008

yine otura otura sabahı ettim, "soğumuş bir kahveyle bir çok sigara tükettim". gün doğuyor, bakalım yeni gün nelere kadirmiş..
hımm..

13 Kasım 2008

pasta ve lohusa şerbeti

şu an kemancıdayım. ilk kez geliyorum.koridorda kullanıma açık bir pc var. hoş birşey.

bugün peyotede 15-20 dk oturdum. birinin doğum günüymüş pasta kestiler. kız utandı masanın altına girdi.
sonra hayal kahvesine girdim, ihtiyaç molasını izledim,orada da birinin doğum günüymüş pasta kesildi.
kemancıda da birinin doğum günüymüş, bu defa kesilen pastadan yedim. meyveliydi. =)

bir de, hayal kahvesi'nde Özgür Çevik, ihtiyaç molası'ndan Tolga Çebi'ye bir bardak vodka+redbull ikram etti, o sırada yanındaki kız özgür'e "bu lohusa şerbeti mi, aynı onun gibi rengi var" diye sordu!... (sahne ışıklarıyla bardaktaki sıvı gerçekten de lohusa şerbeti renginde görünüyordu, ama hayal kahvesi gibi bir barda lohusa şerbeti ne arasın, olsa bile sanatçıya neden ikram edilsin? alkol varken?!)

11 Kasım 2008

bugün;

-tarabya'ya gitmek için evden çıktım, durakta deja-vu yaşadım veya rüyamda gördüğüm bir anı orada yeniden gördüm, bilemiyorum.
-yine durakta annesinin kucağındaki minicik bir kız bebeğe bakıp sırıttım, karşılığında o da sırıttıkça daha da gülesim geldi zor tuttum kendimi.
-sağlam kulaklığım kalmadığı için mikrofonu olan, casper marka bir pc kulaklığı kullanıyorum, mikrofonu da enseme doğru uzatıp saçlarımın arasında gizliyorum. hep birileri bu duruma bakıp benle dalga geçiyormuş gibi geldi.
-beşiktaş vapurunda üst kata çıkıp kıçtaki açık bölmeye gittim. bir yere oturdum, meğer bir teyzenin yeriymiş, geldi, kalktım, tam o sırada 2 sıra önümdeki koltuktan biri kalktı, onu gören 1 sıra önümdeki kişi onun yerine geçti, ben de onun yerine geçtim. kayarak yer değiştirdik.
-beşiktaş'tan tarabya'ya giden otobüste yanımda oturan hatunlar birbirlerine inanç diye birinden bahsediyorlardı, aklıma bizim inanç geldi. vay be ne kadar meşhur oldu bizim inanç diye kendi kendime iğrenç bir geyik yaptım.
-aynı otobüste birden çok güzel corn flakes kokusu burnuma geldi gaipten. eve dönerken süt almaya karar verdim.
-tarabya'dan dönerken dolunay varmış onu farkettim.
-beşiktaş'a 3 katlı vapur yanaştı, terasına oturdum. radar, o an dinlemekte olduğum coldplay'in 42 şarkısıyla aynı ritmde dönüyordu.
-bunları yazarken aniden vapurun düdüğü öttü ödüm koptu, kalemim kağıtta çizgi bıraktı.
-kimseye aldırmadan yüksek sesle şarkı söylemek istedim, yine yapamadım.
-the verve / i sit and wonder çok seviyorum, ama hep küfrediyormuş gibi geliyor sonra aptalca gülüyorum. bunun üzerine nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğumu düşündüm.
-yine vapurda, karşıda paşalimanındaki tekel binasını yanındakine gösterip "deniz müzesi" diyen adam vardı.
-boğaziçi köprüsünün ışıkları bozulmuş, onu farkettim.
-vapurun en kalın ve büyük olan ana bacasının üstünde sigara içilmez ikonlu sticker vardı. önce bacadan çıkan dumana, sonra stickera baktım...
-kız kulesinin yakınlarından kadıköy istikametine dönmekteyken barbaros bulvarındaki ışık yığınını gördüm. fena trafik varmış.
-sabah kadıköy'den beşiktaş'a geçerken vapurda bir çeşit duman kokusu almıştım. yasak olduğu halde biri sigara içiyor, hem de değişik tütünlü diye düşünmüştüm. akşam geri dönerken gördüm ki TMO'nun avlusunda birşeyler yanıyormuş. hala da yanıyordu..
-vapurdan inerken aynı iskeleye 2 kişi dalmak, diğerinin sırf ben baağyan olduğum için "pardon" diyerek yol vermesi, benim de "pardon" demem ve geçmem. fransızca konuşunca ne kadar da kibar oluyormuş insanevladı..
-eve giden otobüsün sırasında beklerken converse'inin en burundaki bağcığına nazar boncuğu geçirmiş bir kız gördüm. tü tü tü maşallah..
-otobüse elinde sopayla bir teyze bindi. karşımda ters olan koltuktaki kız ona yer verdi, teyze beni sopasıyla dürtüp oraya geçmemi söyledi, geçtim, o da benim yerime oturdu. acayip bir teyzeydi geğiren teyze. korktum.
-duraklardan ayrılıp bambi cafe'nin oradan geçerken, yürüyen bir adamın yanında süper tekerlekli bir bavul gördüm. 4 tekerleği olan sert cisimle kaplanmış bavul tam elinizin hizasında bir yüksekliğe sahip ve diğerleri gibi çekiştirmek zorunda kalmıyorsunuz. sanki uslu bir çocuk gibi adamın elinde usul usul ilerliyordu. hani adam tutmasa da yanında gidecek gibiydi..
-salı pazarı trafiği vardı. saat 19'da çarşı durağında olan otobüsümüz saat 19:15te altıyol durağına vardı. aradaki mesafe yaklaşık 200 metre.
-o 15 dakikalık süre içinde kaldırımdan Eren Erdem geçti.
-kadıköy'den otobüse binip eve ulaşmam 35 dakika sürdü. tarabya'dan eve dönmem ise 3 saatimi aldı.. komple evden çıkıp eve girmem 7,5 saat sürdü.

son olarak, şu saat itibariyle 28 saattir uyanık durumdayım.. bu gece de yatağa yattığımda uyuyamazsam birileri doktor çağırsın.

james - bubbles

evet bu da uzun zaman arayıp adını sanını bilmememden kaynaklı ulaşamadığım şarkılardan. şu an 1564161634163418 defa üstüste dinlemek istiyorum. şarkıya ulaşmamı sağlayan serdarcharliebrown'a selam olsun :) teşekkürler efenim.

buyrun sözleri:

Take an axe to your past

To your family tree
Carve a face from the wood
An effigy

Make wings from the leaves
Hide from the bark
Kindling
for the hair
Rose for his heart

Someone to draw you right
Someone to catch the light

Draw the blue from the skies
into his eyes
Carve the lines on his face
A map of the race

Juice from the root of a beet for his skin
Set the tides
of the blood
with the pulse of the drum

Someone to draw you right
Someone to catch the light
I’m alive
I’m alive

Wash the boy in the stream
So tenderly
Press his lips to your lips
Give him your breath
He awakes with the weight
of the vision he holds
Sees the rent in time
through which he must fold

Someone to draw you right
Someone to catch the light
I’m alive
I’m alive…

Stir the heart with a drum
Kiss smoke in his mouth
Show him signs of a life
That’s a whole lot better

And he calls down the rain
Tornadoes & hurricanes
There’s a world in his veins
That’s a whole lot better
I’m alive
I’m alive…

Fingers raised to the sky
A snake for a spine
He’s drunk on a life
That’s a whole lot better

Teach him songs of the bees
Double helix and honey comb
Play him wind through the leaves
That’s a whole lot better
Alive, I’m alive…

buyrun albüm: james - hey ma (2008) full album


afiyetle.
bu uyuyamadığım 3üncü sabah. 4 gündür geceyi gündüze çevirdim zaten...
saat 4'e doğru yattım. iki kişilik koca yatağın içinde top gibi bir oraya bir buraya döndüm, düz yattım, embriyo gibi kıvrıldım, yan döndüm, yüzüstü yattım.. ı-ıh. uykum var ama uyuyamıyorum. yine acıktım. acıkan insan neden uyuyamaz? ben bu saatte yemek istemiyorum ki..
sonunda kalktım. cuma günü bir tencere makarna pişirmiştim. bu fırında yapmak için olan, spaghettinin kalınlarından. paketin tamamını pişirirsen öyle olur gülru. ye ye bitmiyor. bozulmasın diye bitirmem de gerek.. babamın benle kalmasına o kadar alışmışım demek, halen 2 kişilik yemek pişirdiğime göre..

uzun zaman sonra yeniden evimde yalnız kalan ben bu gece ilk kez korktum. ses duydum, salonda yatan köpeğim bir tehlike sezdi ve hırlıyor.. hah dedim, ayvayı yedin. balkona biri tırmanıyor ve ev havalansın diye açık bıraktığın pencerenin sinekliğini yırtıp birazdan içeri girecek ve hırlayan köpeğin, bunun bir insan olduğunu görünce beni sev moduna geçecek, koruma falan yapamaz zaten o.. halbuki korkulacak birşey yokmuş. köpeğin hırlaması sandığım ses dışardan gelen bir aracın sesiymiş.

bugün şu bozulan uyku düzenimi düzeltmek için uyumamaya karar verdim. hayır uyursam 4 saat sonra kalkmam gerek -ki biliyorum kalkamam. uyumayayım bari, akşam erken uyurum gündüz de kalkar giderim işime dedim. umarım başarabilirim. şu an gözlerim yanıyor mesela.

sabaha karşı saat 6 modu beni 12 yıl öncesine götürdü. Kendimi doğup büyüdüğüm evde hissettim. sonra martı sesleri duydum, "evet ya neden mutlu olmayayım ki" dedim kendime. hep istediğim bu değil miydi, istanbul'da olmak? şimdi şu anda şunu farkettim ki gündelik hayatın ıvır zıvırları yüzünden sürekli mutluluğumu geriye itiyorum. pozitif ol gülru. bekle biraz. azıcık daha. gülümse.

coldplay the scientist çalıyor.
i'm going back to the start.
şu an karar verdim. sigarayı azaltıp sakızı arttıracağım. hem daha ucuz hem daha sağlıklı. hem şurada ne kaldı ki 23 olmaya..

aha! tam şu anda köpekciğim rüyasında havlıyor :) çok komik sesler çıkarıyor ve patileri kaşı gözü oynuyor.. bir gün videosunu da koyarım. görülmeli gerçekten...
aklıma geldi de, beyoğlunda sinemaya gidip bir de inci'den profiterol yemek istiyorum. evet ilk fırsatta bunu yapmalıyım.

edit: evet, 15 kasımda inci'den profiterol yedim, ama sinema kaldı.. zaten kafamdaki kişi değildi yanımdaki kişi. kime niyet kime kısmet.. eh, bakalım, bir başka sefere artık..

10 Kasım 2008

bu işte bir iş var

"you can stand under my umbrella ella ella eee e e.."
dolandı dilime, son bir saattir bunu söylüyor beynim, ben de onu susturmak için "güneş doğdu ruhuma, sustum umudumu gördüm onda" diye şarkı söylüyorum ama susmuyor "umbrella".

tarabya'dan döndüm, bir müşteriyle öngörüşme için gitmiştim. anlaştık. yarından itibaren 1 aylık bir eğitim periyoduna başlıyorum. bireysel çalışmalarımın ilk müşterisi bu. iyiyim o yüzden bu akşam.

bindiğim minibüste çalıyordu "umbrella", bir de, maslak-4 levent arası tam seyrantepe yolundan geçerken shakira - ojas asi başladı, ki bu şarkı benim her gün o yoldan geçtiğim dönemde yani ben orta1'deyken çıkmıştı.. birden servis günlerime döndüm. hoşuma da gitti. gülümsüyorum bugün. iyi birşey.

zincirlikuyu'da indim, köprü yolundaki durağa gittim, otobüs geldi bindim falan, halen gülümsüyorum. ilginç. bir de sabah rüyamda bir kadın gördüm, Güler Sabancı'ymış o, yanaklarını sıkıyordum! ona takıldı kafam biraz da ona güldüm. otobüsten inince büfeden bir paket sigara, bir adet 3ü1arada ve bir de falım aldım. içinden şu mani çıktı:
"o, haftasonu geliyor
kısmetin üç dil biliyor
şiir kitabı çıkarmış,
az biraz gitar çalıyor"
bunu okuyunca daha da güldüm.
halen gülümsüyorum.

bu işte bir iş var..
uykusuzluk kötü bir şey.
uyku bozukluğu daha da kötü, zira uyusuzluğu devamlılaştırıyor. sanırım uyku bozukluğunun her türlüsü bende mevcut. ya da bütün bunlar beynimdeki yanılsamalardan ibaret.
sıkıldım.

09 Kasım 2008

"yaz" dedi içses.

gözlerim yanıyor. gece konserdeydim, sonra peyote, sonra ev, çay, uyumak için yatmak, acıkmak, abuk subuk düşünmek, uyuyamayıp kalkmak, yine çay, bilgisayar, yazılar okumak, zaman geçirmek..

güneş de iyice yükseldi. dün ne güzel bulutluydu, akşama kadar uyudum.. bugün hem uyumak istiyorum hem de uyumayıp şu hep ertelediğim ayıklama işlerini yapmak..

insan acaip birşey. ne istediğini biliyor ama bilmiyor. ya da ben öyleyim sadece. çok kararsızım ama çok kararlıyım.. kararsız deyince kimya geldi aklıma. labaratuar, fakülte, üniversite.. özledim gibi sanki, ama kesinlikle de geri dönmek istemiyorum.

midem yanıyor. karnımı da doyurdum halbuki.. bu sıkça oluyor aslında. aç kaldıktan sonra doyuruyorum karnımı ama bir süre sonra yeniden sanki açmışım gibi midem yanıyor. gastrit böyle bir şey mi acaba?

çağrışımdan çağrışıma koşturmakta boş beyin. "boş" da olmadı, şimdi başka kelime de bulamadım. neyse. dün sabah rüyamda Sezen Aksu'yu gördüm. ilginçti. deniz kıyısında evi varmış oradaymışım falan. sıkıntılı bir rüyaydı. öyle hatırlıyorum. biraz bulanık.
çok rüya görüyorum. sonra o rüyalarda gördüğüm bir mekan, duyduğum bir ses (bir ses deyince sakin geldi aklıma şimdi) ya da o an tanımadığım bir kişi çıkıveriyor bir şekilde hayatta karşıma. şimşek çakması gibi ani bir şekilde rüyam geliyor gözümün önüne, "aha ben bunu rüyamda görmüştüm" diyorum ve seviniyorum nedense. neyine seviniyorum onu da bilmiyorum, bir faydası da olsa bari. abuk bir mutluluk oluyor, sonra geçiveriyor zaten.

bu saatte durde grubundan mail geliyor. pazar pazar.. hani haftaiçi olsa işyerine gidip o an yapacak başka bir şey bulamayan biri mail yazayım bari demiştir diyeceğim de, ne uğraşıyorsunuz ki.. birkaç ay önce baktım ki maillerin hiçbirini okumadan silmeye başlamışım, her baktığımda 100e yakın mail oluyor, e bari ayrılayım gruptan dedim ayrılmak için mail attım ama halen ayırmadılar beni gruptan. çok benimsemişler sanırım. gerçi neyimi benimseyecekler onu da bilmiyorum ya neyse. evet ırkçılığa dur demek lazım da, mail grubuyla falan olacak iş değil o. kızmayın şimdi bana.

bernard butler dinliyorum. sanırım ilk defa. ya da daha önce dinlemişimdir radyoda, peyotede, sağda solda. ama adını bilerek ilk defa dinliyorum. aha! evet biliyorum bu şarkıyı. hah işte, müzisyenini bilmeyip şarkı adını bildiğim, şarkı adını bilip müzisyenini bildiğim, ya da ikisini de bilmediğim ve uzuun zamandır aradığım şarkılar var diyorum ya, bu da onlardan biri işte. sonra bir şekilde ele geçiyor o şarkı, "aha! evet biliyorum bu şarkıyı" diye sevindirik oluyor insan. şu rüya meselesi gibi. minik sevinme ancıkları. ancık deyince küfür gibi oldu :) haha.

çayım soğumuş. sigaram da bitti. evet bırakacağım sigarayı. valla. ama şimdi değil. 23 olunca. 1 yıl sonra yani. gerçi bıraksam da arada içerim, özellikle alkolün yanında. ama bırakacağım. söz verdim kendime. nedenini bilmiyorum gerçi, neden 23 olunca falan onu da bilmiyorum ama öyle.

kulübesinin çatısına çıkıp yatan bir köpeğim var. küçükken snoopy izlediğim / okuduğum zamanlar öyle bir köpeğim olmasını isterdim. oldu. değişik bir his. şu an kulübede yaşamıyor ama 6 ay önce, ben henüz ev tutmadan önce öyleydi. şimdi yine kulübeyi koysam salona, çıkar çatısına yatar. rintintin'i al, snoopy'le karıştır, bunu bir golden retriever yap, al sana benim kız. öyle işte.
bir de kedim var, aslında belki de uyuyamama sebep odur. deli gibi evin bir ucundan diğer ucuna koşturuyordu.. odanın dışına atıp kapıyı da kapattım ama pıtır pıtır bir rahat durmadı velet. beni uyutmadı ya, şimdi geçmiş hanımefendi yatağın üstüne kurulmuş, uyudu uyandı da yalanıyor.. ayıp yahu...
kediler garip canlılar, bunu da beslersem bir bağ kurar da severim diye getirdim eve. köpekleri daha çok seviyorum. köpekleri sevenleri de seviyorum. köpekleri sevmeyenleri sevmiyorum demeyeceğim, onları da seviyorum ve onlara köpekleri sevdirmek istiyorum.
yanında çalıştığım veteriner Mustafa Bey böyle anlatır hep: "hayvan sevmeyen insan yoktur, hayvan sevmeyi bilmeyen insan vardır. küçüklüğünden beri 'aman ısırır-aman tırmalar-kuduz olursun'larla büyütülünce ya da hiç hayvanla tanışmayınca sevmeyi de bilmiyorlar..bıdı da bıdı" şeklinde hep aynı kalıp cümleleri söyler karşısındakine bu konu açıldığında.
Böyle hep aynı cümlelerle anlatan insanlar var bir de değil mi? hani karşımızdakini dinlerken bir yandan neler söyleyeceğimizi tasarlarmışız ya beynimizde, bu tasarılardan birini "mükemmel bu yaa süper anlatım buldum" gibi bir çeşitlemeyle bir hikayeyi seçip kalıp yapıyor beyin galiba. "Onlar" diye bahsediyorum ama galiba ben de bazı konularda aynı şeyi yapıyorum. yapmayan insan var mıdır, onu da pek sanmıyorum ya neyse. sanırım bilinçaltının işi bu.

saat 10'a geliyor. iyice yanıyor gözlerim. uyumalıyım. öfff.. uyandığımda tahminimce 21 falan olacak saat. gitti koskoca pazar günü. acaba bu akşam uyanmayıp da direk pazartesi sabahına mı uyansam? belki şu her yerime batan ağrılar geçer, biraz daha dinçleşirim. kronik yorgunluk çekiyorum evet.

daha da sıkıldım. yaz yaz nereye kadar. haydi yetsin bu.

08 Kasım 2008

25.12.2005 çilekeş ile yaptığım röportaj (morveotesi.ekibi.com sitesi için)

24 aralık 2005'te Antalya Bachpark'taki Gizlibahçe'de konserleri vardı, kulaklarımın pası silindi kaliteli müzikleriyle..

Kendi parçalarının dışında;
Korn, Deftones, Rage Against The Machine-know your enemy, Aylin Aslım-senin gibi, Mazhar Alanson-bu ne biçim hikaye böyle coverlarını da mükemmel bir biçimde yorumladılar.
Pogo ve kafa sallamalar aldı başını yürüdü .
Tabii mekan bar olduğu için sıcak bir ortamdı.Adamlar burnumuzun dibinde çalıyorlardı!!
Eh doğal olarak Görkem'in elini kolunu ve hatta mikrofonunu tutup çekmeye çalışanlar da vardı..


Bu arada Görkem'in tam önünde durup bulduğu her fırsatta çocuğun elini kolunu tutup bırakmayan bir kız rock sembolü yapmaya çalışırken aslında MHP'nin kurt sembolünü yaptığının farkında değildi. Ayrıca arkamda duran kızlar önümde bass çalan Sedat'a "penanı versene şişşt çocuukk" diye bağırdılar...






Nihayet konser sonrasında kendileriyle çok eğlenceli bir röportaj gerçekleştirdik ancak Ali Şimşek rahatsızlandığı için röportajı yaptığımız odadaki yatakta uzanarak ve sadece dinleyerek (muhtemelen rüyasında) bize katıldı.


Gülru: Size komik birşey söyleyeceğim,büyük bir ihtimalle çok güleceksiniz...
Görkem: Gülmezsek...
Gülmezseniz...Gülmezsiniz..
(gülüşmeler)
Görkem: Hadi sor bakalım
"Y.O.K."un açılımıyla ilgili ortalıkta pek çok söylenti dolaşıyor,bunlardan bir tanesi de "Yalan Olan Kızlar"...
(kahkahalar yükselir)
Güldünüz işte :)
Cumhur:Bayağı yalan bir açılım yani
Bunu açıklayacakmışsınız diye duydum ben
Görkem: Bu hafta açıklayacağız artık biz de kurtulacağız siz de kurtulacaksınız
Cumhur: Yani biz ikinci kliple beraber "Y.O.K"un açılımını da açıklayacağız.

Albüm kapak resmi hakkında bir arkadaşımızın yorumu vardı onu aktarayım size: Biz bu resme baktığımız zaman yüreğimizde ve beynimizde çok derin şeyler uyanıyor,yani çilekeşliğinizi çok güzel yansıtıyor,siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cumhur:valla herşeyi söyledin aslında
Yani biz kendi hissettiklerimizi düşündük,yani ben kendi açımdan baktığım zaman o kadar hoş bir şey ki kelimelere dökemiyorum
Cumhur: Amacımız aslında bunu hissettirmekti zaten.Çünkü biz de baktığımız zaman bunu hissediyoruz.Orda bir silüet var, ve o silüetteki en önemli şey onun kalbi.Biz bunu hissettirmek istedik,bizim şarkı sözlerimize yansıyan şey de bu zaten.
Görkem: Şöyle bir şey anlatayım sana,pek çok kişi bilir bunu aslında, kırmızı her zaman dikkat çeker. Reklamcılığın temelinde de bu vardır. Dikkat çekmekle ilgili bir şey aslında. Eğer bir şeyi insanlara empoze etmek istiyorsan,dikkat çekmek istiyorsan bir ürüne, kırmızı renk çok önemli bir şey. Yani can alıcı renkleri kullanmak,slogan bulmak çok büyük şirketlerin de farkında olduğu ve satış amaçlı şeylerin başında geliyor.
Bizde bütün albümü temsil eden bir şey var, ticaret amaçlı değil, sadece içimizden gelenleri hissettirmekle alakalı. O kapakta da sadece kalbin kırmızı renk olması da bununla ilgili bir şey yani.
Bunu Burak Gürpınar'la beraber tasarlamışsınız zaten...
Cumhur:Onu tasarlayan Burak Gürpınar değil..
"beraber yapmışsınız" dedim...
Cumhur: Burdaki "çilekeş" yazısını tasarlayan Burak Gürpınar, Silüeti tasarlayan (bunu hep bir ağızdan söylediler) Fatih Uysal.
Görkem: Kartonet yapımı sırasında Fatih Uysal'ın işlerine bakıyorduk, işte çok takdir ettiğimiz bir arkadaşımız, ve görür görmez "bu bizim kapağımız" dedik yani hiç bir tereddüt olmadı, gördüğümüz anda "tamamdır çilekeşin ilk albümünün kapağı bu" dedik, %100 bu albümü anlatan bir kapak olduğunu düşünüyoruz.
"Budur abi" dediniz yani
Görkem: Aynen öyle.

Aylin Aslım..
Görkem: Çok seviyoruz, hastasıyız.. soru işareti??
Soru işareti... bu düet fikri nasıl gelişti?
Görkem: Düet değil aslında, yani düet olarak bakmamak lazım. Mesela düet kavramıyla ilgili baktığın zaman bir nick cave - kylie minoque düeti gibi değil bizimkisi. Tamamen albümün akışıyla ilgili bir olay. Yetmiyor şarkısı zaten çok uzun zamandan beri vardı,stüdyoda çalarken o bölüm geldiği zaman ben stüdyoda bir şeyler söylüyordum ve oraya gerçekten bakşa bir ses lazımdı, bir kadın sesi de olabilirdi ya da belki çok ince bir erkek sesi de olabilirdi ama Aylin'in sesini duyuyorduk yani hepimiz orda bir melodi duymaya başladık hatta şarkıyı çalmadığımız zamanlarda parçayı mırıldanırken bir melodi geliyordu aklımıza ve daha sonra bunun "albümün sesi" olduğunu hissettik. O tınıyı kesinlikle duyduk ve Aylin'e böyle bir teklif götürdük zaten çok yakın arkadaşımız frend: , çok seviyoruz kendisini, bizi en çok destekleyenlerin başında gelir. Ona bu teklifi sunduğumuz zaman geldi ve hiç bir müdahalede bulunmadan o melodiyi aynen oraya söyledi, demek ki hissedilen şeyler aynı yani.
Kendi açımdan ben o şarkıyı dinlerken tüylerimin diken diken olduğunu ve içimden bir şeylerin, nasıl tabir etsem, yandığını hissediyorum.Yani bu Aylin'in kendine has özelliği gibi geliyor bana çünkü şarkılarını söylerken o kadar güzel söylüyor ki ben...
Görkem: Yaa..Çok farklı bir vokalist Aylin. Çok fazla eleştiri de gelir insanlardan "şöyle vokalist, böyle vokalist, vokal tekniği" falan gibi, böyle şeylere takılmayan, tamamen kendi halinde, çok az bulunan bir duygusu var.
Zaten bugünkü konserde "senin gibi" de çok güzel oldu..
Görkem: "senin gibi" zaten çok sevdiğimiz bir parça, ilk albüm bence acayip güzeldi. Yani biz o şarkıyı çalmasak duramazdık çok eğleniyoruz çalarken ve Aylin de bize katıldığı zaman sahnede iki katına çıkıyor atmosferi, gerçekten süper şarkı.

Mor ve ötesi, teşekkürlerinizi belirtmişsiniz albümde, ne kadar zamandır sizin onlarla bir ilişkiniz var?
Cumhur: Mor ve ötesi'yle aslında Fanta, yok daha önce aslında...
Görkem: onlar Fanta'dayken
Cumhur: yok "Ankara Rock Günleri" aslında, orda tanışmıştık..
Görkem: haa eyvallah
Cumhur: Biz orda görevli olarak bulunuyorduk falan filan, öyle bir tanışıklığımız olmuştu. Ondan sonra onlar o sene turneye katılan gruplardan biriydi ve bizden sonra çalıyorlardı, elemelerde ve finallerde bir araya gelmiştik bir şekilde, yaptığımız müziği beğenmişlerdi. Karşılıklı olarak da anlaştığımız iyi insanlardır. Ondan sonra da albüm sürecinde de bize bayağı bir destekleri oldu açıkçası. Her türlü desteği sağladılar aslında, hem psikolojik olarak hem ekipman olarak destek sağladılar hem bazı insanlarla tanışmamızı sağladılar ki bizim bayağı bir önümüzü açtı.
Görkem: Gaz verdiler yani :D
Sedat: Kendi stüdyolarını bile açtılar
Süper, mükemmel. Zaten Direc-t'in şöyle bir söylemi var "biz çok sıkı bir mvö fanıyız" diyorlar, sizin de bu konuda mutlaka böyle bir şeyiniz olmalı...
Görkem: Çok önemli bir grup mvö Türkiye için. Bir kere "DYS" albümü müzikal başarısının yanı sıra ticari başarısıyla birlikte Türkiye'de çok önemli yollar açmıştır. Bunun en büyük olayı zaten Tarkan Gözübüyük'ün,zaten gruptan bir eleman gibi o da artık..
Sedat: Volkan'ı da sayabiliriz..
Görkem: tabii Volkan da zaten..Bütün ekibi, "mor ve ötesi ekibi" olarak bakmak lazım çünkü çok mantıklı düşünülüp Türkiye'de çok önemli yollar açmak için bir albüm yaptılar yani.
Biz ilk sitemizi açarken de "morveotesi.ekibi.com" adında olmasının amacı ekibin önemini vurgulamaktı.Sonradan site pek çok değişiklliğe uğradı ama amaç buydu,zaten bizim için "beşinci adam" Volkan Gürkan'dı, "altıncı adam" ise Tarkan Gözübüyük.Ali Soner'i de sayarsak o "yedinci adam" oluyordu.
Görkem: Ekip çalışması zaten çok önemli bir şey ve aslında sadece bu güne kadar yurtdışında yapılan şeylerde görüyorsunuz başarının sırrı budur aslında.Mantıklı düşünüp ekip çalışması içinde yapılması gereken işleri bir araya getirdiğiniz zaman zaten amacınıza ulaşıyorsunuz.Mor ve ötesi de bunun gerçek anlamda belki de ilk örneğiydi Türkiye'de.Bu yüzden de, zaten müzikal olark çok başarılı bir gruptu, buna bir de ek olarak bu güne kadar olmadık bir şeyi, ticari başarıyı da eklediler ve Türkiye'de herkes artık rock müzik dinliyor,artık büyük şirketler rock müziğe yatırım yapmaya başladılar,bunu sağlayan çok önemli bir şey: "Dünya Yalan Söylüyor" albümü.
Tabi korsan bunun önünü kesmezse rock müzik bayağı bir yol alacak gibi görünüyor.
Görkem:Korsan sadece rockın değil pek çok şeyin önünü kesti aslında,ortalamaları değiştirmedi gerçi....
(derken odaya bir arkadaşları girip "bi imza alabilir miyiiiiim??" dedi, koptuk tabii )
Cumhur:Geçen hafta gördük aslında, İbrahim Tatlıses,Ebru Gündeş..isimlerini şu an hatırlamadığım daha bir çok kişi meclise gitti. Sonuçta bu herkesi etkileyen bir şey ama rock müziği biraz daha etkiliyor aslında çünkü rock müzik dinleyicisi internetle biraz daha haşır neşir ve çoğunluğu öğrenci olan bir dinleyici bu yüzden maddi problemler ön plana çıkıyor ve korsana yönelme gibi bir durum söz konusu ama insanların şöyle bir şeyi akıllarında bulundurması gerekiyor: sevdikleri grupların yoluna devam edebilmesi için orjinal albüm almaları gerekiyor. bir gruba, mp3 indirerek ya da onun korsan cd'sini satın alarak ya da onu sadece beğenerek destek olamazlar. İnsanların bunu kavraması gerekiyor.

Bizce de..Bir de Şebnem Ferah (ablamız) var, size destek olanlardan bir tanesi.
Görkem: Şebnem Ferah ilk çıktığı günden beri her zaman bir numara olarak kaldı yani hiç bir zaman değişmedi. Bitane yaa Şebnem
Cumhur:Yaa görünürde bize bölye çok büyük katkısı olmuş gibi gözükmüyor belki dışardan bakınca ama gerçekten bize çok iyi akıllar verdi ve çok güzel destek oldu bize.
Görkem:Aslına bakarsan Şebnem, Türkiye'de ilk albümünde kafasına göre rock yapıp bu kadar başarıya ulaşan ilk insandır herhalde.
Cumhur:"Kadın" albümü..
Görkem:Kaç senesiydi..97..8..
1996.
Görkem:96 mıydı yaa?
Evet 6ydı.
Görkem: Daha o senelerde biz daha bazı şeylerin farkında değilken, ki yani bizi rock müziğe asıl yönlendiren, daha doğrusu grup müziğine yönlendiren 97-98 yıllarında çıkan yabancı albümlerdi. Incubus, Rage against the machine albümleri falan..Çok önemli bir seneydi 97. Onun öncesinde bizi bu zemine hazırlayan Türkçe albümler olması gerekiyordu çünkü bizim yaşlarımız da o zamanlar türkçe müzik dinlemeye biraz daha uygun,yavaş yavaş neler olduğunun farkında olmamıza yol açan yaşlardı. İşte o senelerde Türkiye'den ilgimizi çeken tek bir isim vardı o da Şebnem Ferah'tı.
"Kadın" albümü, Tarkan Gözübüyük, İskender Paydaş,Demir Demirkan..
Tolga Avcil:Tüm "pentagram" tayfasının desteği vardı hemen hemen..
Görkem:Aslında tamamen bir ekip çalışmasının örneğiydi. Yani o güne kadar Pentagram'ın Türkiye'de yapmış olduğu şeyleri -duyulmamış değil tabi ki pentagramın herkes farkındaydı- türkiye'nin tüm şehirlerinde göz onünde olan bir müzik kanalı gibi herkesin farkında olacağı bir albümü Şebnem Ferah projesi içinde yaptılar. Bu albüm beraberinde iyi ya da kötü bir çok rock albümünün prodüksüyonuna sebebiyet verdi. O gerçekten çok doğru bir adımdı yani bizi türkçe rock müzik yapmaya yönelten albümlerden biriydi....

Gülru: Son zamanlarda bir de "samimiyet" furyası çıktı ortaya.
Merve: Lise Terk'ten hatırlayın..(kahkahalar koptu)

Görkem: Ooo Yüxexes okuyor arkadaşlar..
Gülru:Ee herhalde yani en sıkı takipçileriyiz
Cumhur: (Görkem’e) Samimiyet konusunda verdiğimiz cevabı hatırlıyor musun?
Görkem: Evet.. Samimiyeti kaybetmekten korkmayla ilgili bir şeydi, yani herkes "biz samimiyiz" demeye başladı..
Siz de çok “samimi”siniz ama..
(gülüşmeler..)
Görkem: Bizim zaten grup olarak yaptığımız şeylerin başında laftan çok iş yapmak geliyor. Hiç bir zaman "biz şöyleyiz" gibi bir iddiamız olmadı, yani "biz samimiyiz şunlar değil" gibi bir şey iddia etmedik. Şu, "samimiyiz" diyor, ama "onun o işle alakası yok" diyebiliyoruz belki, bu da müzisyen olarak ya da bu güne kadar koyduğumuz tavırla alakalı elde ettiğimiz bir hak falan gibi değil, tamamen bir dinleyici olarak "şu grubun samimi olduğunu düşünmüyorum" dedim ben orada.
Sedat: Samimi olmak “ben samimiyim” demekle olmuyor. Eğer onu hissettiriyorsan zaten sen “O”sun, sen o zaman samimi oluyorsun hakikaten. Hani insanların sana bunu söylemesi gerekiyor, sen kendi kendine samimi olamazsın.
Cumhur: Bizim öne sürdüğümüz en önemli sav aslında, biz kendi içimizden gelen müziği yapıyoruz, belki de insanların “samimiyet” dediği şey bu. Biz hiçbir şeyin etkisinde kalmadan içimizden gelen her şeyi döküyoruz.
Sedat: Aynı şekilde düşünen insanlara da samimi geliyoruz doğal olarak.
Görkem: Ve inan yani çoğu şey pek umrumuzda değil yaptığımız işten başka, çok seviyoruz çok saygı duyuyoruz çünkü yaptığımız işe. Bizimle aynı şeyi yapanlara da çok sygı duyuyoruz, çok keyif alıyoruz, bazı gruplarla bazı müzisyenlerle aynı yolda yürümekten büyük keyif alıyoruz. Biz bu işi sevdiğimiz için yapıyoruz ve bizim onları desteklememiz-onların bizi desteklemeleri, albümün sattığını-konserlerin dolduğunu görmek,insanların kendi içinden gelen müziği yatığını görmek bize büyük keyif veriyor ve samimiyet bunların altında yatıyor bence. Yüxexes’te söylediğimiz şey “samimiyet = hiçbir baskı altında kalmadan kendi istediğin müziği yapmaktır” değil tabi, ama Türkiye müzik piyasasında “biz samimiyiz onlar değil, bir çok rock grubu çıktı ama samimi olmayanların kaybolacağını düşünüyoruz o yüzden biz korkmuyoruz” diyenlere pek fazla inanmamak gerekiyor, böyle bir iddiada da bulunmamak gerekiyor. Bizim öyle bir iddiamız hiç olmadı, sadece bize gelen bir tepki var. Biz kendimizi hiçbir grubun önünde en iyi olarak görmüyoruz ama böyle olduğumuzu iddia eden olduğu zaman teşekkür ediyoruz ve lakin kendimizi en iyi olarak gördüğümüz tek bir mevzu var o da seyircimiz. Yani bizimkinden daha güzel bir seyirci ben bugüne kadar görmedim, bu da onların güzelliği, yani bize mahsus bir şey olarak görmüyorum ama gerçekten mükemmel bir seyirci geliyor konserlerimize ve bugüne kadar belki de hiçbir gruba yaşatmadıkları hazzı bize yaşatıyorlar. Samimiyet bence bunu yapmalarından kaynaklanıyor.
İnsanlar samimi buldukları insanları -ki samimiyet ne demekse artık, çünkü herkes onu kendine göre bir kalıba sokmaya çalışıyor ama- hani desteklemeye çalışıyorlar bir yere kadar. Mesela ben bugün kalkıp sizin konserinize geliyorsam, sizin bazı yaptığınız şeyleri destekliyorumdur. Yani ben kendi adıma samimiyetten bahsedeyim: Eğer ben sizin müziğinizi dinliyorsam ve dinlerken tüylerim diken diken oluyorsa, sizin anlattığınız şeyleri belki kendimce belki de sizin anlattığınız şekilde yorumlayabiliyorsam ve bu benim hoşuma gidiyorsa ben sizi samimi buluyorumdur. Bu kadar. Ve kimse bence kalkıp da “ben samimiyim” dememeli ve diyen de bence samimi değildir.
Görkem: Aynen.Çok güzel çok basit yorumladın, süper.
Evet, süper,peki.....
(o sırada kapı açılır içeriye Gizli Bahçe’nin yetkilisi Hakan ağabeymiz girer ve “ben gdiyorum” der)
Hakan Abi çağır yine gelsinler,her ay gelsinler
(ve millet kopar.. )

Festivallerimiz var bildiğiniz üzere, çok çeşitli, mesela yerel festivaller var Zeytinli Rock Festivali gibi, ulusal festivaller var Barışarock, Rock Republic ve bunun gibi. Mesela Rock’n Coke. Bununla ilgili pek çok şey dönüyor ortalıkta işte The Cure geldi, Korn geldi. Sizin bu festivalle ilgili Herhangi bir fikriniz,projeniz vesaireniz var mıdır?
Görkem: Bu konuda insanların aklına gelen:
“-Festival var.
-Kim düzenliyor?
-Coca Cola.
-O zaman ben gitmem”
gibi bir şey var.
Türkiye’de bir çok insan tabi ki bazı şeylerin farkında. Coca Cola’nın İsrail donanmasına verdiği desteğin de farkındayız, her şeyin farkındayız, bugüne kadar olanları da biliyoruz fakat; bizim sarıldığımız bir şey var: 10 senedir Korn’u bekliyoruz. Kim getirdi Korn’u, bunlar getirdi bu bir. İkincisi, Fanta Gençlik Festvaline de çıktık. Türkiye’de o zaman bu tarzda bir grubun tamamen kafasına göre gitarları sonuna kadar açıp car car çaldığı, Erzurum’da Diyarbakır’da, 17 şehirde çaldığı başka bir festival yoktu. Çok önemli bir nokta var: Birincisi, eğer marka müziğin önüne geçmiyorsa biz buna hiçbir zaman karşı değiliz. İkincisi, elinizde gerçekten böyle büyük bir fırsat varsa, bu büyük bir şirket de olabilir, fakat gerçekten elinizdeki bu imkanı gerçekten bir şeylerin değişmesi için kullanıyorsanız bu kötü bir şey değildir. Biz Türkiye’deki müziğin değişmesi için uğraşan insanlarız, televizyonu açtığımız zaman rock grubu görmek isteyen insanlarız.Biz bunun için çabalıyoruz,bizimle birlikte bir çok grup da bunun için çabalıyor.
Sedat: Biz piyasada tek olmak için uğraşmıyoruz yani.
Görkem: Evet bunu bugüne kadar büyük şirketlerin desteklememiş olmasına kızdıktan sonra dünyanın en büyük firması bu işi Türkiye’de yapmaya kalktığında buna sırtımızı çeviremeyiz.
Cumhur: Biz düşüncelerimizi, müziğimizi mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaştırmaya çalışıyoruz, çünkü bu düşüncelere sahip olabilecek insanlar olduğunu biliyoruz. Ve bizim insanları “zehirlememize” –diye tabir edeyim- aracı olabilecek olan herhagi bir kimse varsa buna hayır dememiz mümkün değil açıkçası.
Sedat: Bir de Coca Cola gibi büyük bir firmanın “headliner” olarak çok büyük organizasyonlara büyük paralar harcadıktan sonra elbette bunun geri dönüşümünü beklemesi doğal. Ve bunu da Korn gibi The Cure gibi büyük grupları getirerek yapıyorlar.türkiye için çok büyük bir adım bence.
Görkem: Türkiye’de rock müziği savunan, “Pink Floydlar dinlerdik biz zamanında” diyen insanların da bunları bilmesi gerekiyor. Nerede patladı Pink Floyd? Another brick in the wall’da patladı, Dark Side Of The Moon’dan dolayı tüm dünya duymadı Pink Floyd’u. Belli bir nokta vardı, o noktayı toplayan şey de “another brick in the wall” şarkısıydı ki bu da rock müzikte kitleselliğin olması gerektiğini kanıtlayan bir şarkıydı zaten. Türkiye’de de bunu kanıtlayan tek şey büyük şirketlerin festivaller düzenleyerek binlerce kişiye rock müzik dinletmeye çalışmasıdır.
Sedat: Öte yandan,bizden bahsedeyim sadece, “kürar” gibi, “siyah” gibi, “gözaltı” gibi şarkıları bu tür firmaların düzenlediği bir festivalde çalmak ayrı bir zevk sonuçta.
Tabi,çok hoş bir ironi katıyor işin içine. “kürar” özellikle,mesela siz Rock’n Coke’a çıkıp “kürar”ı çalsanız, ben açıkçası oturup hem felaket şekilde zevk alır hem de çok gülerek izlerdim.
Sedat: İşte bu da müziğin markanın önüne geçmesinin bir kanıtı.
Görkem: Ve emin ol biz o konsere “kürar”la girerdik.
Hatta bütün konser boyunca “kürar”ı söylemeniz bile olası
(gülüşmeler)
Görkem: O kadar da değil de.. İşte onu yapmak, elindeki imkanları bir şeylerin değişmesi için kullanmaya eşittir.Rage Against The Machine’e soruyorlar, “siz bu kadar solcusunuz neden sony müzikle çalışıyorsunuz,bu şarkıları ne yüzle söyleyebiliyorsunuz?” diyorlar,böyle bir şey sorulur mu yaa...Yani o şirket sayesinde zaten dünyanın her yerine ulaşıyor bu şarkılar.Pek çok insan o şirket sayesinde pek çok şeyin farkına varabiliyor.
Cumhur: Az önce dedim ya insanları zehirleyebilmek diye bir muhabbet, daha önce deniyordu işte “rock grupları kraltv’de çıkmasın”…

Biz de daha önce forumlarda konuşuyorduk bunu..
Cumhur: Hah işte dedim ya tamamen insanları zehirleyebilmekle alakalı bir şey. İç Anadolu’dan biraz daha doğuya doğru gitiiğiniz zaman kraltv’dan başka müzik kanalı bulamıyorsunuz. Uydudan çekebiliyorsunuz anca,eh orada da uydu antenine sahip olabilen kaç kişi ardır onu da siz düşünün.
Sedat: Köy,köy yaa resmen..
Cumhur: orda insanların izleyebileceği tek müzik kanalı kraltv.Biz orada bu müziği seven insanların olduğunu biliyoruz,gittik çaldık ve gördük,bu müziği gerçekten sevebiliyor oradaki insanlar.Sürekli bize mail geliyor.
Sedat:Ordaki insanların dinlemeden bu müziğe sahip çıkmalarını nasıl beklersin ki?
Görkem:Bencillik zaten bu yaa..
Cumhur:Bizim ordaki insanlara ulaşmamızın tek yolu kraltv ve biz bu yolu niye kullanmayalım? O insanları bu müziği dinlemekten niye mahrum edelim?
Görkem:7 temmuz 2005’te albümümüz çıktı, biz haziran 2004’te Diyarbakır’da, Erzurum’da çaldık. Albümümüz çıkıp klibimiz ekranlarda dönmeden önce bu insanlar bizi dinleyip albümümüzü beklemeye başlamışlardı. Bunu o insanlara sunmamak, onları bu imkanın içine dahil etmemek bencillik olur bir kere böyle bir şeyi istemek.
Cumhur:Büyük şehirlerdeki insanlar genelde “bizim sahip olduğumuz imkanlara herkes sahip” şeklinde düşünüyorlar.
Ama işte o imkanlara herkes sahip değil,o insanlara ulaşmak için bazı yolları kullanmak gerekiyor ve bu yolları kullanmak bence sakıncalı değil.
Biz bu konuları forumlarda da konuştuk,ilk başta biz de bağırdık “yaa özcan deniz çalıyor arkasından özlem tekin,arkasından imbrahim tatlıses arkasından mor ve ötesi vesaire vesaire bu şekilde gidiyor yani....
Görkem: VJ’ler çilekeş sunuyor böyle bir şey var mı...
Cumhur:Ne zararı var yani özcan deniz dinleyen adama özlem tekin dinletebiliyorsan ne mutlu yani.
Sedat: Yani sonuçta şunu yapıyorsun, heğimiz bunu yapmışızdır, mesela bir taksi ya da dolmuşa binersin, tesadüfen rock çalıyordur adamın radyosunda, “aaa rock dinliyooo!!” dersin..
Ben bir kere görmüştüm, Manga çalıyordu..
Görkem: Manga zaten onu yaptı...
Ben Manga’ya onu söyledim ama, dedim “sizin böyle bir cümleniz vardı”....
Görkem: evet “dolmuş şoförü de dinlerse oldu bu iş” demişlerdi...
Hah işte ben imza günlerinde bunu onlara söyledim, “buradaki dolmuşçular sizi dinliyor hatta direksiyonda tempo tutuyorlar” dedim ve hatta çok hoşlarına gitmişti.
Sedat: Yani bir sempati olarak bakıyorsun o insana ve aynı şekilde bunu köy kahvesinde de dinleyen, dinlemese bile o gitarın sesini duyan adam çaldıkça o müziği benimseyecek, benimsemiyor da olabilir önemli değil ama en azından bilecek.
Görkem:Hani “soytarı” gözüyle bakmayacak rock gruplarına.
(o sırada Gizlibahçe çalışanlarımızdan Soner içeriye girer, “arkadaşlar afedersiniz ben kaçıyorum..” derken kapının kolu elinde kalır...bizim tayfa yine kopar )
Sonuç olarak biz bir şeye karar verdik, ”kraltv rock saati yapsın” dedik.
Cumhur:Yanlış bir şey bence çünkü rock saati yaptığı zaman adam “rock saati başladı” deyip kapatacak televizyonu.
Görkem: Kraltv’nin olayı zaten belli bir tarza bağlı kalmadan Türkiye’de olup biten her şeyi yayınlamaları. Son dönemde özellikle, çünkü eskiden parayı bastıran yapıyordu bazı şeyleri.
Şu anda biraz daha değişmiş durumda gerçekten her şeyi bir arada görebiliyorsunuz. Cankan gibi iğrenç bir gruptan sonra Şebnem Ferah gibi şahane bir insan çıkabiliyor yani.
Sedat: Şöyle bir şey olabilir,daha sık rock çalar,araya da diğerlerinden serpiştirir ama tamamen rock saati olmaz.
Görkem:Dreamtv dururken kimse onu izlemez o ayrı bir konu.Kraltv’de birçok kalitesiz müziğin arasında gerçekten bu işe emek harcamış rock müzisyenlerinin çıkması,yani bundan birkaç sene önce böyle olmuyorsa ve şimdi oluyorsa, bu bizim değil ve kraltvnin değişmesi demektir. Mor ve ötesi kraltv’ye çıktığı zaman insanlar “mvö davayı sattı, değişti” falan demeye başladı,tam tersi yani adamlar oynatıyor klibi,mvö niye değişsin yani...

Şey çok güzeldi; kraltv video müzik ödüllerinde Hülya Avşar iki defa mvö’den şarkılarını çalmalarını rica etti,hatta hatta ikincisinde bu rica olmaktan çıkıp “hadi çalsanıza artık çocuklar” şeklinde ufaktan bir baskıya dönüştü.Orada verilen cevap benim son derece takdir ettiğim bir cevaptı: Birincisinde dediler ki “size olan saygımızdan dolayı biz enstrumanlarımız olmadan şarkımızı çalmayız”. İkincisinde zaten ekranda “bir derdim var”ın klibi dönüyordu, Harun Tekin de en sonunda bu ısrara dayanamayıp “Bakın arkada söylüyoruz işte!” dedi ve sahneden indiler.Biz alkışladık açıkçası.
Cumhur: Şimdi bu şöyle bir şey, rock müzik canlı yapılan bir müziktir, insanların hislerini dışa vurmasını içerir.
Görkem: Bir kere “müzik” zaten öyle yapılması gereken bir şey.
Cumhur: rock müziği playback olarak yapamazsın,bir kere sen oraya dört kişi çıkıp “ben davul çalıyor gibi yapayım,sen gitar çalıyor gibi yap,sen bass çalıyor gibi yap işte sen de vokal söyler gibi yap” falan...Böyle bir şey yok yani..
Sedat: bu ciddi diddi insanı “hıyar” yerine koymaktır.
Görkem: Harbiden yaa zaten daha önce otuz bin kere çalmışsın çık bir daha canlı çal işte..
Cumhur: Böyle bir şeyin olmadığını bu akşam gördünüz zaten.
Gördük zaten..Açıkçası canlı müzik benim için en değerli şey..
Cumhur: Biz her zaman şöyle bir şey söylüyoruz: Albüm, bizim için insanlara ulaşmak için bir araçtı. Ama bizim asıl amacımız insanlara canlı performansımızı göstermek, çünkü yaptığımız müzik tam olarak ancak canlı performansla sergilenebilecek bir müzik.
Sedat: Ve bizim sahne duruşumuzla bizi yansıtabilecek bir müzik..
Yerinizde durmuyorsunuz ki
(gülüşmeler)
Sedat: O da “biz sahnede şunu yapalım” falan gibi bir şey değil yani içimizden geldiği için yapıyoruz...
Tolga Avcil: Arkadaşlar toparlamamız lazım yavaş yavaş,çünkü biz de İstanbul'a doğru yola çıkacağız...
Peki o zaman,son söz?
Cumhur: Korsana hayır, hırsızlık yapmayın!!!

Biz sizi resmi olmasa da Barışarock 2006’ya davet ediyoruz,buyrun gelin bizim 40bin kişimiz karşısında çalın.
Tolga: Belki bir ilki gerçekleştiririz..
Neden olmasın?
Tolga:Hem BR’a hem Rock’nCoke’a çıkan ilk grup oluruz
(gülüşmeler....)
Neyse,sizin sohbetinize doyum olmuyor,çok zevkli bir sohbetti, her şey için teşekkürler,yine gelin, size iyi yolculuklar, tekrar görüşmek üzere hoşça kalın....
Çilekeş:Biz de çok memnun olduk görüşürüz iyi bakın kendinize,herkese selam söyleyin..



Dipnot: röportajı gerçekleştirirken orada bulunması ve yardımları için merve arkadaşıma teşekkür ediyorum,sağol bonussimo

Hazırlayan: Gülru Batur


dipnot2:
-röportaj 32 dakika sürdü, ses kayıtlarını yazıya dökmek yaklaşık 3 saatimi aldı.
-y.o.k.'un açılımının "yalnız olma korkusu" olduğu ortaya çıktı.
-morveotesi.ekibi.com sitemiz kapandı.
-bu röportaj bir daha hiçbir yerde yayınlanmadı.
-çilekeş barışarock 2006'da sahne aldı. :)