19 Mayıs 2020

10 sene evvel bugün. 
19 Mayıs 2010. 


Erim Özşen’in “Lokal Anestezi” isimli, müzikli eğlenceli etkinliği Kanyon’da. Konuk, mor ve ötesi (evet tamamı küçük harfle yazılır). Grubun dört üyesi birden değil ama Harun Tekin ile Burak Güven oradalar. 

Erim Özşen bu etkinlikle bazı ikilem soruları sorar. Konukları da cevaplarlar. Pek hoş bir sohbet gelişir. 

Soru: “Plajda yalın ayak seke seke mi, parmakarası terlik kese kese mi?”

Cevap (elbette ki!) Burak Güven’den gelir: “Mutfakta çıplak ayak”. 

Muhtemelen o an ben içgüdüsel olarak ve sesli olarak aynı cevabı vermiş olacağım ki (evet, sanırım gayet sesli ve heyecanlı şekilde, örtmenim örtmenimm diyen çocuk tınısında gibi aynı cevabı verdim), Erim’in dikkatini çekti ve dönüp “bilen var mı şarkıyı?” diye sordu. Tabi ki elimi kaldırdım. Benden başka el kaldıran kaç kişi oldu bilmiyorum. 2 kişi kesin, arkadaşlarım çünkü. Önlerde olduğum için ve şanslıymışız ki bar taburelerinde oturmaktaydık, sıkış tepiş değildik, arkamdaki kalabalığı veya avm’nin üst katlarından balkondaymışçasına izleyen kalabalığı görmüyordum sonuçta. 1998 yılında yayınlanmış “Bırak Zaman Aksın” albümünden hem de çıkış parçası olmayan bir parçayı çok fazla kişinin bileceğini düşünmüyorum. Neyse, ben el kaldırınca Erim bana “e söyle o zaman” dedi, mikrofon iletildi bana, ışık hızında! 

Parçaya en başından girmedim, gerek yoktu. İfadenin geçtiği kısmı seslendirdim sadece. Başladım:

“Mutfakta çıplak ayak sesin, huzur mu bu, mucize arzusu? Sonsuzdum ve mahvoldum, güneşli gün yalanlarıyla avundum”. 

Bestekarı, güftekarı, seslendiricisi, müzisyeni. Tam karşımda. Pür dikkat beni izliyorlar, ee müzik de yok tabii arka planda. Acapella. İnanılacak şey değil. Kendi sesimin öyle güzel çıktığına inanamamak mı, ben başldığım an ve ilk soru cümlesini tamamlarken Harun ve Burak’ın yüz ifadelerine inanamamak mı, bitirdiğimde duyduğum seyirci sessizliği ve ardından gelen (elbette ortalık yıkan cinsten değil, standart) alkışa inanamamak mı, menajer Can Sertoğlu’nun arkamda bitip “kız senin ne güzel sesin varmış, ne cevherler varmış sende” deyip omzumu patpatlaması mı (abartma be Can abi), yanımdaki arkadaşlarımın bana şaşkın şaşkın bakmaları mı..  O an ne biçim bir şey oldu bilmiyorum. Ama özellikle “huzur mu bu, mucize arzusu?” derken öylesine naif çıkmıştı ki sesim. Ben bile hayret ettim. Vay be, ben böyle tınlayabiliyor muymuşum? Ben böyle özgüvenli miymişim? E demek öyleymişim? Tamam dünyanın en güzel sesi değildir benimki, hiç öyle bir iddiam yok, konumuz bu değil. Belki tondan kaymışımdır bile, hiçbir fikrim yok. Konumuz o anın gerçekleşmiş olması ve benim hayret etmem. Videosu olsaydı keşke. Arkadaşım çekmişti ama o videoların arşivlendiği harddisk mi ölmüş, öyle bir şey. Yok işte. Ha, o anın videosu benim beynimin içinde, hafızamda. İstediğim zaman oynatabiliyorum. Bu zaten yeterince güzel. Sadece, dışarıdan görebilmeyi isterdim, o yüzden keşke videosu olsun diyorum. 

Şu yukarıda saydığım “inanamamak”lar, aman tanrım mvö karşımda ve ben söylüyorum amanın inanamaması değil. Yani tabi ki eser sahibine eserini seslendirmek çok beklenmedik bir şey. Ama asıl “inanamamak”ın kökeni o anın nasıl da beklenmedik olması. Bir de, mikrofonu verdiklerinde gelen “ya berbat söylersem” hissi ama hiç de öyle olmaması. Yani Burak’tan güzel söyledim resmen yahu! Ehe ehe
Toplasan 30 saniye. 

30 saniyeye neler sığıyormuş. 

Bundan sonra konserlerde bu parçayı söylemeye beni çıkarsınlar 🤣

Sanki konserlerde pek sık çalıyorlarmış gibi 🙄

Aman, pek sık çalmasınlar. Öyle herkes de bilmesin zaten. Bazı şeyler herkes bilmeyince daha güzel çünkü daha “sana ait”. 


Hmmm. Ben bugün bu hikayeyi çok kısaca sosyal platformda Erim Özşen, Harun Tekin, Burak Güven ve mvö’yü etiketleyerek paylaştım. Kim bilir, belki Erim belki de o gün orada olan dinleyicilerden biri çıkıp gelir “bende video var” diye. Amanıııın şahane olmaz mı ya? 🤩 keşke.. 


2010’da mvö’nün “masumiyetin ziyan olmaz” albümü çıkmıştı, Mayıs ayında. Albüme adını veren, 2012 isimli parçada geçen bir söz öbeği. O parçada “hiç bilinmez neye çarptın” der. Beklenmediklik. Hakikaten, hiç bilinmez neye çarptım, masumiyetim ziyan olmaya. 😇


Şimdi, hikayesini anlattığımız parça “Mucize”nin sözlerini yazayım da tam olsun, değil mi? 



“Güneş doğdu ruhuma. Sustum. Umudumu gördüm onda. Bir şey bilsem söylicem seni sevdiğimden başka. Aptallığın bile tam bana göre, çocuksun sen de. Yok, yok, yok, yook, bu mutluluktan. Ağlicam şimdi. Yok yok yok yok, ağlicam şimdi. Yapma. 
Oooohooohooooooo... Bir sözüm bin yere gider en sonunda. Gözlerime bir bak yeter. 
(Çok tatlı keman girer)
Mutfakta çıplak ayak sesin, huzur mu bu, mucize arzusu? Sonsuzdum ve mahvoldum, güneşli gün yalanlarıyla avundum. Yok yok yok yok yooook ağlicam şimdi... Ağlicam şimdi, yapma!”



😇



Hıımm. Seneler sonra. 2016 olmalı. Evet evett 2016.  Bir Kadıköy DorockXL konseri sonrası. Beklenmedik şekilde o güftenin bahsettiği mutfağa da konuk oldum :) 



Bu da böyle bir anımdır. 

15 Mayıs 2020

hani müzik kutuları olur ya, bazen eski barlarda restoranlarda falan. kimse ellemez, kalmıştır öyle yıllanmıştır. arada birileri gelir bir bozukluk atar, bir şarkı çalar gibi olur ama daha şarkı çalamadan takılıyor bu yaaa deyip sıkılıp giderler. müzik kutusu da garibim kalır öyle.

o müzik kutusuna yine biri gelir, takılmadan çalışsın diye de şöyle bir vurur, şarkılar peş peşe çalar olur.

onun gibi bir şey oldu.

ne oluyor ya? a-aaaa.. çok acayip.

"hiç bilinmez neye çarptın, masumiyetin ziyan olmaz"

06 Mayıs 2020

ölüm gibi bişey oldu amma kimse ölmedi.

04 Mayıs 2020

kullanım kılavuzu: bu yazıda göreceğiniz tüm altı çizili mavi şeyler birer şarkı linkidir. tıklamalısınız, vakit ayırıp dinlemelisiniz ve okumaya öyle devam etmelisiniz.

14 sene kadar evvel bir arkadaş bana "senin içine müzik kaçmış" demişti. neyi kastettiğini fark edebilirsiniz.

başlayalım mı?

bir parçadan yola çıkıp aslında hayat görüşümün hatırladığım en erken yaştan beri dinlediğim müziklerle şekillenmiş olduğunu, bir nevi aslında müzik kutusu olduğumu fark ettim. biriktirdiklerimle kendimden kendime seslendiğimi fark ettim. tam olarak nasıl anlatılır bilmiyorum. anlatmaya çalışayım. 


şuradan tetiklendim: 


-benden bana-


"söz asılı havada, ister al ister devam et
ben kırmayı istemem de kırdırır beni bana
mazur görsem kendimi, dört mevsim var içerimde
iç dış sulh biçiminde ararım bulur muyum?

benden bana seslenir, hem ilaç hem de zehir, bir maviyim bir kırmızı, sarılarak, darılarak
dayandığım dekorlara, nasıl doydum oyunlara, içim kaçar bir göklere, gönüllere, hatırlara

hatırlarım izini tozlarda, bir ışığa yürüyordum uykumda,
paslı gönlün aynası, ateşle düzleşen ağaç, gönlüm ateşine muhtaç.
mazur görsen de beni, sevdim de cümlem yetmedi,
onunla bu uymadı, gerisi rüyalarda

ne kadar kazarsan kaz kendi çemberinde bir noktadasın.
sonbahar, ya da yaz, geçecek, biliyorsun
her adı konmuş beklenen gibi ilerliyor ve yine dardasın.
kendinin ücrasında, aralık sevdasında, sanki bir tabanca var kalbinde, duyduğunu gizleme oyununda bilerek kullanmıyorsun.

benden bana seslenir, hem ilaç hem de zehir, bir maviyim bir kırmızı, sarılarak, darılarak.
dayandığım dekorlara, nasıl doydum oyunlara, içim kaçar bir göklere, gönüllere.."



vay!
vay..
vay...
diyorum.


şimdiiiiii, biraz uzun konuşacağım.

şarkıların (melodilerin, güftelerin, hatta kitapların, metinlerin, filmlerin, resimlerin ve dahi fotoğrafların) ifade ettiklerini bazen öyle bazen böyle yorumlayabilmek..
bu özgürlüğü sana tanıyan sanatçıyı öp, bağrına bas, başının üstüne koy. parçayı al hayatının en güzel yerine koy. dön dolaş tekrar dinle, melodisini de güftesini de istediğin yerinden anla.
bir de, bu özgürlüğü sana sağlayan o güzelim zihnini öp, bağrına bas. "ne kadar güzel zihnim var lan benim" de mesela :) hehehe. öhömm. evet, önce sanatçıya teşekkürlerimizi sunup ardından egomuzu ufaktan kaşıdığımıza göre şimdi tekrar ciddiyete dönelim.

ben bu parçayı son bir yıldır ara ara dinliyorum. albümün çıkış tarihi: 12 Nisan 2019.
bazen spotify kendi kafasına göre karşık bir şeyler çalarken denk geliyor, bazen albümü dinlerken sırası geliyor. bazen tek sefer dinliyorum akış içinde, bazen üst üste. üstüne düşündüm taşındım. parçayı dinledim, bir daha, bir daha , bir daha, söyledim de, eşlik ederek de söyledim, karaoke programıyla da söyledim, dinledim, duydum, söyledim, anlattım... adamlar'ın sesinden de duydum, kendi sesimden de duydum, birilerinin sesinden de duydum. dinledim... sonunda , parçayı ilk dinlediğim günden beri düşündüklerimle birlikte son birkaç ay içinde bu yazı "progressively" bir şekilde ortaya çıktı. dün de mesela, sabah uyandığımdan bugün şu saate kadar, sanırım 18 saattir falan tekrar tekrar dinliyorum, söylüyorum, duyuyorum. "aa" dedim, "benim bir yazım vardı, şu yazıyı yayınla butonuna basayım". böylece yayınlanma tarihi de bugüne denk geldi.


bir kendini bulma hikayesi.
kendini bulurken baktığın ayna bazen bir şarkı, bazen bir insan, bir dost, bir arkadaş, bir yabancı, bir kitap, bir film, gördüğün rüya olabilir ve hatta bizzat kendin de olabilirsin, kendinin şimdiki hali ya da geçmişte bir andaki hali, birden fazla hale bürünmüş hali.. sen kendini buluyorsan o ayna senindir. ("ayna ayna, sihirli ayna, neler söyledin bana..." * mvö'ye selamımızı eksik etmeyelim tabii di mi - neyse dur oraya geleceğiz daha sonra.)
melodiyi yazarak anlatamam belki ama sözlerin bende uyandırdıklarından bahsidiciiiim.
hı, sadece insan ilişkileri değil, bütün ama bütün konular kastediliyor aşağıda. önce orada anlaşalım.
şimdiii, açılın, mahallenize filozof geldi! ehe ehe

sözleri parçanın adında belirtildiği gibi "benden bana" biçiminde bizim bize söylediklerimiz şeklinde alabiliriz. ya da bize ayna olmuş o şey/kişi, o an için her neyse işte, bize onun tarafından söylenenler şeklinde alabiliriz.


zaten öyle başlıyor; "söz asılı havada, ister al ister devam et"...
bu dizeyi farklı farklı perspektiflerden yorumla.
ister de ki "şair burada bize seslenmiş" buyrun gençler size şarkı, istediğinizi anlayın,
ister de ki "zamanında birine söz verdim, benim sözüm ciddiydi de belki o ciddiye alıp alamayacağını bilemedi, gelsin bana tutunsun ya da gitmek istiyorsa gitsin",
ister de ki "ben sana durumumu anlattım, sözlü olarak ortaya koydum, ister al beni ister devam et",
ister de ki "ben sana diyeceğimi dedim (tavsiye olabilir, öngörü olabilir, eleştiri olabilir), sen beni ister dinle, ister kafana göre git", bunu kendi kendine söylediğin bir söz olarak al ya da sana söylenmiş bir söz olarak.. daha başka yerlerinden de alabilirsin bu dizeyi.. hepsini de ben açıklamayayım, herkes kendi baktığı yerden kendisinden kendisine seslensin. ya da kendisine dışarıdan seslenilir halde duysun. (lassie bize bir şey anlatmaya çalışıyor)


"ben kırmayı istemem de kırdırır beni bana"... ooohooooooo fiyuuuuuuvvv..
dilimizde gizli öznenin güzelliği. beni bana kırdıran.. neler neler olabilir var ya o özne.. kırmak ve kırdırmak derken? o yüklemleri de nelerle nelerle tanımlarsın.. dur ama önce edilgendeki nesneleri de tanımla. ben ve ben, iki ayrı nesne. kim bu benler? aynı kişi mi, ayrı kişiler mi, bu ayrı kişiler aynı bedende mi, farklı bedenlerde mi.. kim o kişiler. sen misin? senin 5 dakika önceki halin mi, 15 sene önceki halin mi, 6 yaşındaki halin mi, 70 yaşındaki halin mi? sana kalmış. sana derken, aslında zaman'a. çünkü "o an" hangi haldeysen oradan duyarsın sözleri. hmmm. zaman.
"unut, hiçbir film yok hayatını çeken, bir sen ve daha sen seni gözetleyen. kır bu kez, olsun, insanlık kalmasın.". hmmm. sakin.
isteren kolay anlamıyla  birini kırmış olduğunu düşündüğün durumda o kişiyi kırmayı istemediğin için kendini kendine kırdırdığını düşün, mesela.
ister kişiler üzerinden gitme de şeyler üzerinden git, bir hayalin olabilir mesela, hayalini kırmamak için kendini kendine kırdırmış olabilirsin. "mutsuzum yine bozdurmuşken hayalimi"(hayali bozdurmak; para gibi bozdurmak ya da birilerinin bozmasına izin vermek, istediğin yerden al). hayaline ulaşmak için kendinde aşmam diyeceğin çizgileri aşmak zorunda kalmış olabilirsin. hayatı boyunca dürüst olmuş bir insanın, çocuğunun kurtulması için asla yapmam diyeceği bir şeyi yapmak zorunda kalması gibi. bilmem nereye seyahate gitme hayalin kırılmasın (gerçekleşebilsin) diye, ödün vermemen gereken bir şeyden ödün vermiş olabilirsin, kendin kendine kırılırsın o ödünü verdiğin için. "nedir ki yıkarlar kırılgan rüyamızı".
ister kendini kırdığını düşün.. ha bir dakika önce yüklemi de tanımlayacaktık. kırmayı da tanımla, ufak bir kırgınlık mı bu yoksa yıktın perdeyi eyledin viran mı? kendini sen mi kırdın başkaları mı seni kırdı? başkalarının kırdığını düşünüyorsan, aslında yine kendi kendini kırmış değil misin sonuçta?
baktığında kendini gördüğünü düşündüğün bir şey mi seni kırdı? baktığında kendini gördüğünü düşündüğün şeyin aslında öyle olmadığı durumu seni kırmışsa?  "sen sandığım şey belki benim yüreğimdi?"
ya da birbirine kırdırılmış halklar mısın? kendi kendine içinde savaşlar mı dönüyor yoksa seviyeli münazaralar mı? hangi bağlamdasın (context, condition)? izafiyet? hangi an'dasın? kendinle savaştığın mı yoksa usul usul münazara ederek bilgelikte seviye atladığın (en azından bir bebek adımı attığın) an'da mı? zaman demiştim, di mi? hım.
ışığın kırılması gibi mi yoksa? kabuğunu mu kırdın da içinden gök kuşağı mı çıktı? abooovvv nereye vardım! ışığın kırılması deyince, "dark side of the moon" albüm kapağı! bu albüm baştan başa bütün bu yazımda anlattıklarımı/anlatacaklarımı anlatıyormuş yahu!.. her bir dizesiyle ve notasıyla hem de cuk oturarak!.. vaaay...


"mazur görsem kendimi, dört mevsim var içerimde"... hımm, bir önceki dizedeki benleri açıkladık mı acaba azıcık? ben ve benim diğer kişiliklerim, içimdeki dört mevsimim. mazur görsem ya kendimi!
ayaklı kişisel gelişim kitabı gibi tınlayacağım şimdi: kendi kendimi dört mevsimimle kabul ettim.
ya da o benler iki farklı kişiyse? baktığında kendini gördüğün aynansa? söyledikleriyle sana öyle yerlerden dokunup da sana senden seslenen biriyse? dur oraya geleceğim, kendi kendimin önüne geçtim. hani söz asılıydı ya havada, hah, işte, bu sözü sen kendi kendine söylüyorsan -ayaklı kişisel gelişim kitabı tınısı- mazur gör kendini çünkü dört mevsim var içinde. içindeki dört mevsim, benliğinin içinde hep orada bulunan senin her halin de olabilir, bir tetikleyici sebebiyle orada olduğunu çoktaaan unuttuğun ve birden bire uyanan dört mevsimin de olabilir. hem sakinliğin hem dengesizliğin olabilir. (yine mvö'ye selamımızı çakalım* "hem sakin hem dengesizdim" hem de ne varoluşsal sorgulama içeren bir parçadır!).
o zaman önce kendini mazur gör. kabul et kendini kendinin binbir türlü halinle? evet, böyle.
"önce kendinle evlen" - aylar evvel youtube'da rastgele karşıma çıkmışken izlediğim bir konuşma vesilesiyle ulaştığım bir noktaydı bu, hiç de kişisel gelişim şeysi aramıyordum ama tesadüfen karşıma bu çıkmıştı. kendinin tüm halleriyle birlikte aynı evde yaşa, kendinin taraflarını keşfet. bunun gibi bir şeydi. ben kendi cümlelerimle üstüne ekleyerek yazdım şimdi. parçada böyle güfte gelince elbette burasından da duydum, duymamam imkansızdı. iyi taraflarını herkes beğeniyor zaten insanların. kötü taraflar üzerinden gideceğim o yüzden. mesela tam bir overthinker'ım. bu yazıdan da anlaşılıyordur. çoğu insana anlamsız gelecek kadar detaycıyım. gıcık taleplerim olabiliyor. ukalalıklarım olabiliyor. tembelliklerim. bir o kadar da sorumsuz taraflarım. bazen gerçekten çok konuşmak, çok fazla detay vermek. öfke kontrol mekanizmamın yayları gevşek oluyor bazen? kontrol manyaklığı varken öfkeyi kontrol edememek. bu ne yaman çelişki anne? dikenlerim var. duvarlarım var. bazen gereğinden fazla "assumption"larımla kendimi sabote ediyorum. şimdi, ben, kendimle aynı evde 7/24 kendimin bu taraflarıyla bir arada uyum içinde yaşayabilir miydim? kendinle evlen diye tabir edilen buydu. hoşa gitmeyen taraflarım kabul edilebilir seviyedeler mi yani dengedeler mi? bunların dengelerini bozan tetikleyiciler ne? bu taraflarımın dengelenmesi için nasıl yaklaşılırsam nasıl tepkiler verirdim? hmmm. vaaaaaaaaaaayyy....
(mevsim demişken; bak bak yine mvö çıktı, "yalan dolan gerçek resim, ya sonbahar ya son mevsim". ya da "ya var olan gerçek resim, ya sonbahar yaz son mevsim"? hangisiydi? "gelecekse, ne gelecekse gelsin!")
peki bu dört mevsimimi, yaşanmışlıklarım olarak tanımlarsak? beni uyutmuş, uykumda rüyalarımla bırakmış, belki üzmüş, belki karanlığa gömmüş, beni uyandırmış, beni coşturup kızgın kumlardan serin sulara yüzdürmüş, yüzümü güneşe döndürmüş, yaz gecesinde ateş böceklerine ve yıldızlara baktırmış, hazan gelince yaprak döktürmüş yaşanmışlıklarım? var di mi herkesin böyle hikayeleri, var. hm. orasından bakalım mı bir de?
mesela, o dört mevsimdeki, güzel taraflar ve çoook karanlık taraflar var ya hani, hm, o karanlık taraflar güzel tarafların önüne geçiyor olarak hissetmişsindir. ben iyi bir insan değilim demişsindir mesela. ben kötüyüm demişsindir. (kötüyü tanımla?). "hangimiz iyi, hangimiz kötü, hangimiz şöyle, hangimiz böyle"
ya da iyi biri olma - kötü biri olma bağlamında değil ama, iyi bir halde olma - kötü bir halde olma bağlamında, bir şeyi haketmiyor olduğun noktadasındır. özgüveninin yere çakılması mı diyelim. veya salt inanamamak diyelim, böyle daha net, evet, oldu. bu sebeple kabullenilmeye layık görmemiş olabilirsin mesela kendini? ben geçtim oralardan çünkü. birkaç kere. mesela, kendimi layık göremediğim için kaybettiğim (bunu bu yüzden kaybettiğimi sonradan anladığım), daha sonra bir yerden hortladığındaysa o sırada karşılıklı layık görülmekte olanı bir kenara itip, o kaybettiğim hortlağın peşinden giderek sonunda aslında çok da büyük bir kayıp olmadığını keşfettiğim, bunu yaparken kenara ittiğim için kim bilir hangi kışa ve ne kadar uzun süren bir kışa girmesine sebep olduklarım oldu mesela. hım... "kimler varmış içimde, yoklama yaptım, deliler çıktı, cellatlar, bir de şeytanlar". oturdum bu yoklamayı yaptım. kendime dışarıdan ve içeriden baktım. bakarken nerede maktül nerede fail olduğumu gördüm. maktülüm sanırken failmişim. hatta bazen kendi kendimin failiymişim ya? peki bunlar olurken neler hissetmişim? şimdi şu an hissettiklerim -bir kokuyu aldığımda zaman makinesi etkisiyle beni ilk aldığım ana götürdüğü gibi- geçmişte aynılarını hissettmiş bulunduğum bazı an parçalarına götürdü. sonra otomatikman (elbette ki) o an parçasını takip eden "consequence"e götürdü. ya yine aynı consequence'la karşılaşırsam? a-ha, kaygı! bir süre o kaygı tünelinde vakit geçirdim. geçirirken şu soruya geldim; niye korkuyorum şimdi? şimdiki an, bir önceki an'ın aynısı değil ki? özneler aynı değilse, nesneler aynı değilse, zaman aynı değilse, bağlam aynı değilse yüklem aynı olmak zorunda değil ki. ?
 "gömse çıkar hep bu unuttuğun kaygı". hmm.
hmmmmmmmm.
hmmm ok.
mazur görmek'e geri döneyim. kendimi neden mazur göreyim? "kusura bakma ben böyle yaptım beni mazur gör çünkü dört mevsim var içimde". hm. "ben çok karışığım, o kadar karışığım ki sana iyi gelmem, beni mazur gör". böyle tınlayabilir. ne zaman böyle tınlar, eğer kendini dört mevsiminle kabul etmemişsen, kendi içinde savaştaysan hala ve sulhe ulaşamamışsan, ya da kıştan asla çıkamayacağını düşünüyorsan böyle tınlar. öğrenilmiş çaresizlik? ya da "assumption"? peki o assumption ne kadar doğru? tamam, daha önce geçtim oralardan ("nerelerden geçtin de yine mi hüzün var, niye? kendini bilene sor" - kendimizi bir bilene mi soracağız, yoksa bu soruyu bir kendini bilene mi soracağız?), oralardan daha önce geçmiş olmam doğal olarak "hım yine yaz geldi ama her yazın ardından da sonbahar geliyor zaten" dedirtebilir. merhaba pesimist tarafım. peki, sorular şunlar (ulaştığımı düşündüğüm "kendini bilirlik" noktasından geliyor) : sonbahar gelecek diye yazı yaşamayalım mı? çöpe mi gitsin yazlar? tüm mevsimlerimizi kışa mı çevirelim? her yaz birbirinin aynısı mıydı ki? ya da her sonbahar aynı mı? hmmmm. ihtiyarladığımızda geri dönüp bakınca korunmak için duvarlar ardında saklanarak geçmiş bir hayat mı görmek istiyoruz, her türlüsüyle doldurulmuş bir hayat mı görmek istiyoruz?
her birimizin böyle anları olmuştur, oluyordur ve olacaktır. hm. ne demiştim demin, kendimi dört mevsimimle kabul ettim. ben ve benim tüm diğer kişiliklerim. optimist taraflarımla pesimist taraflarım. umutlarımla çaresizliklerim. hatta fiziksel örnek verecek olursam, son derece güzel bulduğum/bulunan parçalarım ve keşke daha iyi olsa diyebileceğim parçalarım. bunlar arada bir birbirine kırılabilir. birbiriyle çatışabilir. birbirini parçalayabilir de, oturup konuşabilir de. bu son derece normalmiş ya, onu fark ettim. önemli olan, dozuymuş. bir şeyi ilaç ya da zehir yapan şey, doz. hm. ben kıştayım diye gelen bahara direndikçe, ya da yazdayım diye gelen sonbahara direndikçe, karamsarken ışığa direndikçe, aydınlıkken karanlığa direndikçe o direnişin bana ve dahi bazen çevreme zarar verdiğini fark ettim. bunu fark edeli çok oldu, öyle son altı aylık bir şey değil yani. ama fark ettikten sonra ne yapacağımı pek bilmiyordum. sadece farkındaydım o kadar. ogün abimiz "ah bir anlasam biter yakarışlar, biter karakışlar, kahramanım ben bu oyunda, bana yakışmaz" demiş mesela. arafta kalmış kişi sözü, ne yerde ne gökte olduğun zaman söylenen. ("yerle gök arasında bir yerde.." aaa, mazhar abi çıktı.)
bir anlasam diyordum, ne yapacağımı bir anlasam... işte sonra dört mevsimle kendimi mazur görünce o zaman "ne gelecekse gelsin" noktasına ulaştım. a-ha, rahatlama! pammmmuk gibi oldum :) en azından şimdilik. hem zaten mayıs ayındayız. sevdiğin taraflarını zaten seviyorsun ama sevmediğin taraflarını da keşfet, bunlardan değiştiremeyeceklerini kabul et, değiştirebileceklerini de değiştirmek için adım at. bunun gibi bir şey işte. dedim ya ayaklı kişisel gelişim kitabı modunda tınlayacağım diye. eh tabi bunları söylemesi kolay yapmak zor. "demek kolay, olmak zor".
belki bir zaman gelir yine kışı yaklaşır, kış gelmesin diye direnirken bulurum da kendimi kendime kırdırırım belki, bilmiyorum. öyle olabileceği olasılığını düşünmek endişe vermiyor mu, veriyor, evet. öyle olmayabileceği olasılığını düşünmek umut vermiyor mu, veriyor. tamam, teraziye koyalım bunları. endişe ne kadar ağır? umut ne kadar ağır? dengele. dengeleee. dengeleeeeee! bazen biri bazen diğeri daha yüksek olabilir, bunda bir sorun yok. doza dikkat bebeğim ;) aşırı dozda olduğunda terazi devriliyor. hah, işte farklı zamanlarda biri diğerinden daha ağır olabilir, yeter ki terazi devrilmesin. “denge bulmak için heykel işler gibi çalış”.
bunun sonunu yani hangi olasılığın gerçek olacağını bilebilecek olan kim? "peki kim biliyor, kim biliyooooor? yorma kendini! yorma aynı yanlışlarla,her şey geçer, altı üstü bir eğlence". altı üstü bir eğlence olan ne? yaşam. zaman.
kimse bilmez ise, o halde, şu anda, bırak, direnme. "don't try so hard". çünkü ben böyle duvarlarımla direnirken yıllar geçmemiş miydi zaten? çünkü sihirli ayna neler neler söylememiş miydi ki bana?... (benim oturup o sihirli ayna üzerine de yazmam lazım. başka sefere. büyük düşler albümü üzerine en az bunun kadar uzun bir yazı olur o..)
şimdi bu yazdıklarımı benden bana zamanda bir çapa olarak bırakayım. olur da karanlıkların içinde kaybolursam, belki yine pamuk seviyesine dönmeme yardım eder. can simidi. "kaybolursam şarkı söyle".  
“yine mi donmuşuz bahar? sorularımız yanlış, cevaplar doğru..”
ha bu arada, şunu da söylemiş olayım hazır çenem düşmüşken, kışı seviyorum ki ben. yani mevsim olan kışı. hepsini seviyorum mevsimlerin tabii de kış özelinden gidersem, aralık doğumlu olmamdan kaynaklanıyor olabilir, evet günlerin kısacık olması bazen sıkıcı olabilir ama ben zaten gece yaşıyorum? kar yağsa da sıcak çikolata içsek. neyse. sonuçta mecaz anlam olarak kışa hep karanlık yüklenir. o yüzden karanlık şeyleri tarif ederken kış kelimesini kullandım ben de. yapacak bir şey yok. (bunu buraya koymazsam olmaz şimdi: "winter is coming dedi stark, dinlemedin, bu da sana kafiye olsun, komidin")


"iç dış sulh biçiminde ararım bulur muyum?"... 
geldik mi demin bahsettiğim yerdeki sulh'e?
"yurtta sulh, cihanda sulh" sözünden bildiğimiz, çok küçük yaşta tanıştığımız bir kelime. barış. barış deyince genelde savaşın karşıtı olan barış canlanır. ama sulh dediğinde sadece savaşın karşıtı olan barış değil aynı zamanda "peace of mind" olan huzur da dahildir. gerçi benim kafamdaki sözlükte barış kelimesinin de içinde huzur vardır, ama genel algıdan yola çıkarsam, sulh kelimesi insanlara daha derin geliyor, zannediyorum. her neyse. ne diyorduk?
hm. temel bilim öğretisi: evrende her şey dengeyi arar. fizikte de. kimyada da. soyut şeylerde de. benliğimizde de. dengeyi arıyoruz. kararsız kimyasallar niye kararsızlar? su niye akar? denize kavuşmaya çalıştığından değil mi? ("sevincin resmi olacak doğa bir gün, biz genişleyip denize varınca"!!!)
bisiklet üstünde gidersen o anda sana etkiyen vektörlerin bileşkesi ağırlık merkezinden geçiyorsa dengedesindir, değilse dengen bozulur düşersin. bisiklet demişken, nerde benim bisikletim? hayır o değil, bakır rengi olan. biri bulup getirse ya!.. fizik demişken, lisedeki fizik defterim nerde? neyse. konudan sapmayalım.
insanın kendisinin iç dış sulh biçimindeki halini araması, bulur muyum diye sorması. (bkz: aramaya inanmak)
az evvel bahsettiğim o içinden geçtiğim tüneller ve aştığım tepeler battığım derelerden sonra (ve kim bilir hayatta daha nerelerden geçeceğim) dedim ya pammmmuk gibi oldum diye. iç dış sulh. kendimi iç dış sulh biçiminde buluverdim. aaaa ne güzelmiş! peki ben aradıklarımı iç dış sulh biçimindeki halleriyle bulur muyum? umarım öyledir. öyle olsun. lütfen. ya da en azından dengeyi bulmaya yakın noktada olsunlar. birbirimizi dengeleriz. şey gibi, işte aylar yıllar evvel bir yere kaldırdığın bir şeyi ararken, o kutuyu tesadüfen bulduğunda içinden para çıkması gibi. ama çıkan para kullanılamaz haldeyse? kullanılamaz hale gelmesini bırak üstelik bir de kutuyu mahvetmişse?? schrödinger'in kedisi. kutuyu açana kadar ölü mü diri mi bilinemez. belki de diridir :)
ya da ben iç dış sulh biçimindeki bir şey tarafından aranıp bulunmuşken kendim iç dış sulh biçiminde olmadığım zamanıma denk gelirse? zaman.
iç dış sulh biçiminden bahsederken, mükemmelliği kastetmiyorum. kimse mümemmel değil. (mükemmeliyetçi olabiliriz, o başka konu. bir de mükemmeliyetçi tek "l" harfiyle yazılır. iki "l" ile yazanların l'si düşsün!)
ben kendimin görece iç dış sulh biçimindeki halimi buldum gibi bir şey oldu. en azından şimdilik sulh içinde hissediyorum. ha endişelerim yok mu? var. hem ne çok! hayalperestliklerim yok mu? vaar. hem ne çook! ama şu an bir çeşit denge içindeler. en azından öyle sanıyorum? elbette ki stabil değiller. bir an biri yükseliyor diğer an öbürü, ama devrilmiyorlar, şimdilik.
schrödinger'in kedisi derken az evvel, bulduğumun benimle aynı sulhte çıkmaması ya da beni bulan için benim aynı sulh seviyesinde çıkmamam. hmm, çok büyük problem değil. her problemin bir çözümü var. çözmek istedikten sonra. 
bu sulh eşitsizliği ne zaman problem olur? cevabı soruda arayalım; eşitsizlik. eşitsiz olmak da problem değil, problem dengeyi bulmaya olan isteğin eşitsizliği. hah. ulaştık mı köklere? galiba ulaştık? istedikten sonra birlikte bulunur denge. denge zaten sabit bir şey değil ki? daha doğrusu denge sabit değilken de korunur. yani hareket halindeyken. fizik defterim? olsa da baksam şimdi tam olarak oraya ne notlar düşmüşüm. neyse. hım. ne dedim az önce; istedikten sonra birlikte bulunur denge. birlikte. dengem bozuldu gel kurtar beni diye kuyunun dibinde beklersen. hiç bir şey yapmazsan ama ilerlemek için? o zaman seni kurtarmaya gelenleri de yıldırıyorsun. öyleymiş yani. onu fark ettim. edeli de bayağı oldu. o arada böyle kurtarsınlar beni diye bekleyenlere denk geldim. ben değildim kurtarıcıları. ondan sonra "kaza raporu okur gibiyim kendime bakarken" dersin tabi. "kurtar beni kara kutum". aa bak nereye vardım: kara kutum kim? ee, sensin! kuyudan seni çıkaracak olan yine sen! sen istemezsen, sana uzanan el bir süre sonra uzanmaktan vazgeçer ki?. hı hı. öyle. ısrar edersen kuyuda kalmaya, ben kötüyüm dersen, çıkmak için adım atmazsan, sonra da gelip tam kurtaracak gibi yapıp kaçıp gittiler diye diğerlerini suçlarsan.. hım. yani iyileşmeye gönüllü olman lazım!  galiba böyle en doğru şekilde ifade etmiş oldum. 
tabii ki her hayal kırıklığımın sorumlusu ben değilim. güneş gibi parlak olduğum zamanlarda da oldu üstüme hızlı koşan at gibi gelip sonra birden tam ters istikamette geldikleri hızdan daha hızlı koşanlar. tam gelecekmiş gibi yapıp yok olan şeyler. ha o da onların o anki karanlıklığıymışsa demek ki... zaman.
aslında, biri aydınlıkken diğerinin karanlık olmasında da problem yok. yin ile yang. biri ak biri kara. ama dengedeler. destek olursun. ne bileyim mesela en yakın arkadaşın, ya da aile bireylerinden biri olsun. o üzgünken sen onu neşelendirirsin. sen üzgünken o seni neşelendirir. bazen aynı anda ikiniz de neşeli olursunuz ya da diğer duygular. birinin dibe çöküşlüğü diğerinin dengesini bozuyorsa problem orada başlıyor. denge bozulmaya başladıysa adım atmak gerekiyor ki denge yeniden sağlansın. tabii dengenin yeniden sağlanması isteniyorsa.
"kuyulara düştüm kendim, tırmandım parmaklarımla, kirlensin tırnaklarım da" demek lazım.
"orda durma, durup beklersen hiçbir şey olmaz" demek lazım.
arada bir kuyulara düşmenin de hayatın bir parçası olduğunu kabul etmek lazım. evet düşünce üzüleceğiz. ne kadar olduğu belli olmayan bir süre boyunca gri olacağız. kimi 2 sene kimi 4 sene kimi 3 gün gri kalıyor. değişken. yalnız, biz griyken zaman geçiyormuş ya? bak işte kuyulara düşmekten daha korkutucu olan zamanın geri gelmeyen bir şey olması. hm. evet. zaman. zaten ben bütün bunlara nereden geldim? orta yaş sendromu diye mi tanımlayayım? sanırım yerinde bir tanım olur. "aaaaa zaman akıp gidiyoooorr"dan yola çıkıp bunlara vardım. "tesadüfen karşılaştım içimde kendimle yeniden. bir minicik kız çocuğu, bak, duruyor orada hâla, anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa".............
"kendimi yakaladım, kaçarken, kendimi". ah jonathan... jonathan livingstone...
"gelmiyor, gelmiyor zamanım, kimim ben bilmeden... olsun varsın, bu defa zamansız".

"benden bana seslenir, hem ilaç hem de zehir"...
benden bana seslenen bensem, kendimin ilacı da zehiri de benim.
benden bana seslenen bir şarkı olabilir. bir kitap olabilir. yere düşen bir yaprak olabilir. sahil olabilir. dağlardan düşen taşlar olabilir. bir arkadaşın söylediği bir şey olabilir. alakasız bir yerde rastladığın alakasız bir şey olabilir. her şey olabilir. içtiğin rakı, şarap, bira olabilir. etkisi hem ilaç hem de zehir olabilir. ayrı ayrı olabilir, ikisi aynı anda da olabilir.
"benden bana sesleniyor yahu resmen bu" diyebileceğin bir insan olabilir mesela, sana öyle bir etki yapabilir ki hem ilaç gibi gelir hem zehir gibi. ne demiştik? izafiyet? "her şey görece ve her şey mutlak, ikisi beraber çok muğlak". merhaba einstein, seni seviyoruz.


"bir maviyim bir kırmızı, sarılarak, darılarak"
matrix, sen misin? mavi hap mı kırmızı hap mı? hehe.
mavi. soğukluk olabilir. ama sıcak maviler de var, gazlı ocak alevi mesela. deniz olur. gökyüzü olur. nehir olur. huzur olur. güven olur. uranüs de mavi mesela. neptün de mavi. dünyamız, küçük mavi nokta (canım carl sagan). bence ay da mavi! "blues". "blue" diye tanımlanan o hüzünlü duygu temsili olabilir.
ayyy bi dakika, neptün demişken, ciddiyete ara verip şunu buraya koymam lazım, "cigıvucgucrrgiryvuryır" hahaha!
öhöm*. evet. hm. mavi. su. huzurluluk - dinginlik  (huzur ve güven) olarak alalım.
peki.
kırmızı. ateş tabi ki! (ateşi sadece yıkıcı bir şey olarak görmem, inanılmaz etkileyici ve güzel bulduğum durumlar vardır). hmm ayrıca, uyarı simgesi. dur sembolü. boğa kızdıran? gün batımı. kan? gül? şarap. ruj. dişilik. mars! merkür! güneş! ama güneşin çok yakından bakılmış hali. hm. lav. kor. ayın yeni doğmuş hali, "kor bir ay".
evet. hm. kırmızı. huzursuzluk - enerjiklik (emniyetsizlik ve  heyecan) olarak alalım.
mavilerim ve kırmızılarım, bir sarılır bir darılırız. çok konuşmayacağım bu konuda. açık zaten ifade.
"bir ordayım bir burda.. ben yollara tutkunum! bir neşeli bir durgun şarkılara vurgunum!"  :)
benim çağrışımlarımdan gidersek o hoo daha yazacak şeyler çıkar da şimdilik böyle kalsın.
ha bir de "ateş ve su".
hmmmmmmmmm. bi saniye bi saniyeeeee, gazlı ocak alevi dedim, sonra kırmızıyı tanımlarken ateş dedim. ateş tabi yaa! ateş hem mavi hem kırmızı olabilir ki! aaaa, aydınlandım şu an! ay resmen aydınlandım! 
vaaaaaaaay...
"yanan maddenin ışıma kabiliyeti, iki dalga boyu arasında kalan frekans bölgesinin yayınım değerleri ve sıcaklık gibi bazı faktörlere bağlı olarak değişim göstermesi. genel olarak kullandığımız fosil yakıtların ve tüm hidrokarbonların alevlerinde rengi belirleyen en önemli unsur, oksijen ve bu oksijenle yakıtın karışım oranıdır. bu oran, yanma oranını ve dolayısıyla sıcaklığı belirler ve farklı renkleri oluşturur. eksik yanma koşullarındaki alevin görece daha soğuk kısmı kırmızıdır. bu renk sıcaklık arttıkça sırasıyla turuncu, sarı ve beyaza dönüşür. oksijen oranı arttıkça daha eksiksiz bir yanma oluşur ve bu parçacıkların sayısı azalır. reaksiyon, alev içindeki gaz moleküllerini uyarıp iyonize ederek mavi bir görünüme neden olacak kadar enerji yaratır."
yaniiii.... 
ateş diyorduk. mesela en yakın arkadaşım bana "fire girl" diye seslenir bazen, ateşle özdeşleştirilmeyi severim.. şu bilgiler ışığında da şöyle diyebilirim: eksik yandığımda kırmızıyım. mavileşmek, daha sıcak yanmaksa. "i guess i'm learning, i must be warmer now, i'll soon be turnin' 'round the corner now".. uuuu.. freddie abimizin ölümünü tanımladığı yerden ben bambaşka bir şey gördüm ya şu an?.. a-aa... vaaaaay! 
eksik yanmadan tam yanmaya geçmem için oksijen oranımın artması gerek. o zaman tam yanma gerçekleştiğinden mavi yanacağım. hmmm. şöyle bir söz vardı; "one day someone is going to hug you so tight that all of your broken pieces will stick back together". hmmm. oradaki "someone" herşey olabilir, ille de bir kişi olmak zorunda değil. ne dedik az önce, "oksijen oranı arttıkça daha eksiksiz bir yanma oluşur ve bu parçacıkların sayısı azalır".. bu noktadan bakarsam da şöyle bir yorum çıkar; demek ki, kırmızıyken tam değilim ben. maviye ihtiyacım var. kırılan tüm parçalarımın bir araya gelmesi için oksijene ihtiyacım var. dünyadaki oksijenin en büyük kaynağı neydi?. hımmmmmm... ağaçlar/ormanlar mı dediniz? evet ormanlar büyük bir kaynak ama en büyüğü değil. en büyüğü fitoplanktonlardır. fito "bitki" anlamına gelen φυτόν kelimesinden, plankton ise "gezici" anlamına gelen πλαγκτός kelimesinden gelir. hmm.. gezici bitki bulayım o halde. ha bir diğer büyük oksijen kaynağı da deniz yosunları! yosunla mı kaplansam? kaplan mı sam? kaplan?? yuvarlanan taş yosun tutmaz? rolling mi stones? stonelar rollmasın mı?
eh, kırmızı ateş bensem ve mavi ateş olan bir şey/kişiye ulaşacaksam, kırmızı ateş ile mavi ateş sarılarak darılarak bir arada olsunlar hep, öyle dileyelim. "yana yana hep yan yana, döne döne hep bir yöne".
ha bir de, şurasından bakarsam, maviye bir sürü tanım yaptım ama en son "huzur ve güven" olarak alalım dedim, kırmızıya da yaptığım bir sürü tanıma ek olarak en son "emniyetsizlik ve heyecan" olarak alalım dedim ya hani az önce;  benim kendi içimdeki mavim ve kırmızım. ocağı yaktın, alevin dibi mavi ucu kırmızı (evet tam kırmızı olmuyor biliyorum ama anladın işte). hm. ben ateş isem, mavim de var kırmızım da var. kırmızımla mavim hep birbirini dengelemekte olsun, öyle dileyeyim.
ulaşacağım mavi ateşin de kendi içinde kendi mavisiyle kendi kırmızısı birbirini dengelemekte olsun, öyle dileyeyim.


"dayandığım dekorlara, nasıl doydum oyunlara"..
bir önceki dizeyle birlikte gelirse, sarılarak darılarak dayandığım dekorlar olur.
ya da kendi başına, sadece dayandığım dekorlar.
peki bu dekorlar ne. dayanmak derken?
hayatındaki mekanlar, insanlar, nesneler, şunlar bunlar birer dekorsa. öyleymiş gibi hissettiysen. dayanmak derken yaslanmaksa, yaslandığın şeylerin sadece birer dekor olduğunu farkettiysen?
hmmm. dekor, oyun oynanan yerin arka planı. hikayelerin anlatıldığı arka plan. dostların omuzları. dayanmak? katlanmak anlamında da olabilir. "hikayeler anatıldı.. yer kalmadı sahte dostların omzunda. boşver, konuşma, bir dön bak arkana, yaşanmamış olanlar pişmanlık aslında... yoksun zamanla, akrep dolandıkça, yelkovan yorulmaz kalbin yorulsa da". akrep ve yelkovan, zaman. aynı albümde bunu takip eden ne diyor peki? "gelsin biri, gitsin biri, silicem gelmişi geçmişi. geçecek hepsi, kafana takma". geceçek dedi bak. zaman.
dekor.. hımm.. oyun alanı? "indirdim yetişkinliğimi oyun alanına" - ah canım sakin.... 
yeterince oynadıysan, oyunlara doymuş olabilirsin. 
oyunlara doymayı olumlu alırsan, evet ben doydum, belli bir doygunluğa ulaştım, büyüdüm dersin. 
olumsuz alırsan eeh yeter bıktım oyunlardan dersin ben artık oynamıyorum dersin. ama ben artık oynamıyorum dediğin zaman, ne yapacaksın, hayata mı küseceksin? ha ha ha. küs sen küs. ölene dek küs kalamayacağını biliyorsun değil mi?
oyunu tanımla? insanlarla kurduğun sahte ilişkilerse mesela, o zaman, eğer büyümüşsen, artık oyun oynamak için fazla büyüğüm, sahte değil gerçek ilişkiler kurmak istiyorum dersin. hayatını kazanmakta olduğun işinse mesela, şunu yapacağım bunu yapacağım diye oyun gibi görüyormuşsunsa, eğer büyümüşsen aslında bunun bir çocuk oyuncağı olmadığını fark edersin, ciddiye alırsın, geleceğine yatırım yapmaya çalışırsın. eğer bıktım modundaysan da kendi içine kapanır kimseyle ilişki kurmazsın, zaruri ihtiyaçlar hariç. o da seni dekorlara muhtaç bırakır yalnız, demedi deme.
oyun, kendi kendini kandırdığın bir şeyse mesela, işinde ne kadar başarılı olduğunla ilgili kendine söylediğin bir yalansa? o zaman eğer büyüdüysen, kendini kandırmayı bırakır ve ilerlersin, işine yaramayan şeylerden vazgeçmeye cesaret edebilirsin belki, bir şekilde ilerlemenin yolunu ararsın işte. agresifçe kazarak değil. ağaç gibi büyüyerek.
oyun? show? show must go on?..
bir de, "oyunbozan mı haklı, biri söylese?"
bir de, ogün abimiz ne demiş? "hayat denen bu sahneden bir rol seçip ilerle, beğenmezsen bi yerde darılmak yok devam et" (ayrıca; şanlısoy değil, sanlısoy! "ş"ile yazıp söyleyenlerin "ş"si düşsün!). hmm. 
demir abimizden de şunu duyalım “düşelim cennetten yeryüzü oyununa”
ikili ilişkilerde rol yapanlardan bıktım tarafından duyarsam da şunu söylerim: "zaman var, zaman yok insansız, adam var, adam yok, hep yalnız.. her oyuna hevesli bir kahramandım, altı kat altından çıkamam artık".
bir de, taaa 10 küsür sene evvelinden geliyor: "görürsün elbet hayat geçermiş, başkaldırdığın güçler kendinmiş". boşverenzi. hihi :)
oyun üzerinden daha çoook tanımlama yapabilirim. şimdilik bu kadarı yetsin buraya. 



"içim kaçar bi göklere, gönüllere, hatırlara"
bunu da okuyucuya bırakayım mı? :) gayet açık bence?
*ha bir de, telefonda her "bana" yazdığımda "taşın" önermesi :D


"hatırlarım izini tozlarda, bi ışığa yürüyodum uykumda"...
kendimin kendimde bıraktığı izleri tozlarda hatırlarım bazen. ya da birinin bende bıraktığı izleri. ya da bir şeyin bende bıraktığı.. hepimiz hatırlarız. 
ışığa yürümek, uykuda? hm. neler çağrıştırır bu tarif? mesela, ölüm hep ışığa yürümek olarak tarif edilir, ya da uykuya dalmak olarak tarif edilir. içimde ölmüş olan bazı şeyler rüyamda birer ışık olarak beni çağırmış olabilirler. ya da tozlardaki izini hatırladığım şey beni çağırmış olabilir bir ışık gibi? ve ben beni neyin çağırdığının farkında bile olmayabilirim o sırada? "uzak bir ışık bir çığlık gibi çağırıyor beni"
deniz feneri? boğaziçi köprüsünün ışıkları? ayışığı? yıldızışığı? gökkuşağı? güneş? hmmm...



"paslı gönlün aynası ateşle düzleşen ağaç gönlüm ateşine muhtaç"
aralara virgül koyunca biraz daha farklı oluyor, her ifade gibi.
zincirleme sıfat tamlaması, zincirleme isim tamlaması. paslı gönlün aynası. paslı olan gönül mü? paslı olan, gönlün aynası mı? ikisi birden mi?
ateşle düzleşen ağaç? düzleşmek? hmm. ağaç ile ateşi yan yana koyunca genelde bir yanma kül olma olur. ama düzleşmek. demek ki yok edici bir ateşten bahsetmiyoruz. ya da yanıp kül olduğu için dümdüz olmuştur, ağaçtan eser kalmamıştır mı? neeey?. ortalık karıştı. dur, oraya geleceğim, önce başından başlayalım.
ayna. yansıtan şey. seni sana. hem somut anlamında hem mecaz. mecazları öyle güzel kullanılır ki bunun. "geriye döndüm olduğum yerde, sular bile döndü geriye, mecazen mecazen.." haha çok tatlı değil mi, mecazen.  :)
gönlü paslanmış olabilir insanın. gönlüm paslanmıştır, onun da aynası kendi ateşimle düzleştirebildiğim hayat ağacımdır. yani; bu defa hayatı çember değil de ağaçla tanımlasak, dallarıyla budaklarıyla, yaprak verdiği ve yaprak döktüğü dönemleriyle ama her zaman büyümeye devam etmesiyle. bak ağacın da halkaları var. büyüdükçe yenilerini ekliyor.. hm. yani kendi kendimin ilacıyım aslında, bir ateşe bakar her şey. ;)
ha, bir önceki dizede içimde ölmüş/uykuda olan bazı şeyler ateşimmişse mesela, o zaman o "bir ışık", uykuda olan ateşi yeniden alevlendiren bir kıvılcım olabilir. yine izafiyet, tabii, neyi kıvılcım olarak gördüğüne bağlı çünkü. karşına bir şey çıkar hiiiç etki etmez. ışık mışık demezsin ona. başka bir şey çıkar, aaa dersin ne güzel ışık. ona doğru çekilirsin de çekilirsin. derken infrared ısıtıcı gibi bir şey olur mesela, ışıkla ısınmak yani. hm. güneş? "güneş doğar, güneş batar, ama insan uyumaz bazen, düşünür.." :)
"kış ortasında kaç kere yakar güneş?"  a-aaa nerelere geldim. :) ışığı görünce "kış ortasında yakan güneş, sen misin?" diye sordurur  (sen mi geldin tınısında). belki baharı getiriyorsa? baharın ardı zaten yaz. aaa kıştan mı çıkıyoruz yoksa? merhaba optimist tarafım. peki ya baharı getirmiyorsa da sadece bir kış güneşiyse? "yanlış bahar, kış güneşi". hm. ee yine geldik mi optimist ile pesimistin münazarasına? (bir saniye, şunu da buraya koymam gerek: "optimist hem de pesimist biraz, idealizmi de savunmakta" ay resmen benden bahsediyor) :) * öhöm * neyse. ne diyorduk, münazara. hm. ne demiştik yukarıda bu münazaralarla ilgili? tekrarlamama gerek var mı? dengeyi bulacak mıyız, denemeden bilemeyiz ki. "if you never try you'll never know". haaaah, geldik mi fix you'ya... gerçi bu ifadeden aklıma gelen öncelikli şarkı "speed of sound" ama bu ara fix you ve fixing hakkında konuşulduğu için ona bağladım. coldplay şarkılarında en sık geçen ifadelerden biri bu, "denemezsen bilemezsin". özellikle x&y albümünde. zaten bilimde de bir şeyin deneyini yapmadan sonucunu bilemezsin. ha, öngörülerde bulunabilirsin, elbette. öngörülerin gerçeğe yakınsar mı, onu bilemezsin ama işte. bunu bilimde değil de insanlarda yaparsan öngörü denmiyor ama, önyargı deniyor. bak önyargı deyince nasıl da olumsuz tınlıyor. bir kelime ne çok şey değiştiriyor, değil mi? bazen denemekten çekinen kendime, ve her kim varsa denemekten çekinen, not olsun burada. elbette ki akıllı mantıklı şeyleri denemek gerekiyor. dur bakalım ölecek miyim diye uçurumdan atlanmaz herhalde, o kadar da değil :)
"hayatta en doğru gönlünden geçen, denemek istersen başla bir yerden, kanatlandı ruhun, hep uçmak ister, konmayı öğrenmezsen düşmek var elbet". hmm. uçmak konmak demişken, "koş çabuk kahraman ikarus, senin günün, gülen yüzün kazanır istersen. birden susarsa bütün yenilgiler tekil hayatlar da devrim yapar ya". ("ikarus başarsa"ya "ikarus basarsa" demek, ikarus model iett otobüsünün bastığında e.t. olup ayın önünde uçmasını hayal etmek. heheh. ah canım sakin..)
peki, ateşle düzleşen ağaç az önce tarif ettiğim gibi kendi hayatımı temsil eden yaşam ağacım değil de başka bir şeyse? gönlüm ateşine muhtaç diyerek seslenilen bir şeyse? kişiyse? yaslanılmak istenen bir ağaçsa? püfür püfür gölgesinde olunmak istenen? peki ama ağaç ise ateşle düzleşen, o zaman ateşe muhtaç olan da mı ağaç? muhtaçlığı tanımla? ağaç kök salacak yer arıyorsa? bir dakika, hangisi hangisi, kim kim, hepsi birbirine karıştı. hmm. düşünelim. bakalım nerelere varacağız. "black... and blue... and who knows which is which... and who is who?... up... and down.. and in the end it's only round and round... haven't you heard, it's a battle of words.. listen son, said the man with the gun, there's room for you inside...". ya da "come as you are, and I swear I don't have a gun" neyse, tabancaya daha sonra geleceğiz. bir de şöyle duyalım; gönlüm, ‘ateşle düzleşen ağaç’ın ateşine muhtaçsa; o şekilde düzenlersek özne ve nesneleri, o zaman sönmek mi istemekte yanmakta olan? aaaa hepten ortalık karıştı. “bir şeyler yanıyor içimde. gel söndür beni”


"mazur gör sen de beni, sevdim de cümlem yetmedi"
mazur görmek üzerine yukarıda konuşmuştuk. kendi kendime seslendiğim yerde yine kendime kendimi mazur görmemi rica ediyor olabilirim.
mazur görsen de beni; bi mazur görüver beni diye de tınlar, sen beni mazur görüyor olsan dahi şeklinde de tınlar. "mazur gör sen de beni" şeklinde duyarsam, ben seni mazur göreyim sen de beni" şeklinde de tınlar.
sevdim de cümlem yetmedi.. hmmmm. "artık kısa cümleler kuruyorum". aa şimdi bu parçaya bağlayınca, şebnem abla zamanında benim bunca saattir yukarıya ve ilerleyen saatler içinde aşağıya yazdıklarımı özetlemiş yahu. :) 1999 yılında 13 yaşındaki halim benden bana seslendi şu an resmen. vaaaaay....
hm. bir de şu var. "belki de oyunbozan bendim, kelimeler yoktu üstümde". yukarıda "oyunbozan"dan da bahsetmiştik. burasından da başka bir şey çıkıyor. 


"onunla bu uymadı, gerisi rüyalarda, hapsedilmez zamana"
kendi kendine diyor, onunla bu uymamış olabilir vakti zamanında, e noolmuş yani aman bırak gerisi rüyalarda (ki çok rüya görürüm!), zamana hapsedilecek bir şey değil diyor bırak diyor gelen gelir zaten diyor. "gelecekse, ne gelecekse gelsin", demiştim, di mi?


"ne kadar kazarsan kaz kendi çemberinde bi noktadasın" "sonbahar ya da yaz geçecek biliyosun"...
kazdığın şey, kuyu. kuyunun çevresi çember. kendi kazdığın kuyunun içindesin. (benim blogumun adının "deli kuyusu" olması? aaaa. vaaaaay. yazdıklarımın bir delinin kuyuya attığı taşlar olduğu ifadesiyle bu adı seçmiştim. parçanın içinde kendimi buldum bak yine benden bana seslendi.:)
"kör kuyudan su içtik, su düştü geldi peşimize. kana kana, bana bana ekmeği suya, böyle içtik"
şuradan bakarsam: "ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın, kendin içindeyken kafan dışındaysa çaresi yok kardeşim her akşam böyle içip kederlenip mutsuz olacaksın meyhane masalarında kahrolacaksın. şiirlerle şarkılarla kendini avutacaksın." der yeni türkü. hm. demek ki kendin içindeyken kafan dışında olmayacak. ya da tam tersi. yoksa derya abinin dediği olur, ona göre.
devam ediyorum: 
hayatın bir çember olduğu fikrinden yola çıkarak geliyorum, birkaç farklı yere değineceğim.
"yaşam çemberi" öğretisi, "istediğiniz her şeye sahip olabilirsiniz ama aynı anda değil" (aha yine zaman). yaşamındaki öğeleri grupluyorsun, o gruplara ayırdığın zamanı / verdiğin değeri gözden geçiriyorsun ve dengede olup olmadığına bakıyorsun (bak yine dengeyi aramak çıktı).
nerede okuduğumu hatırlayamıyorum, muhtemelen 20 sene kadar evvel, bir kitapta geçen, aborjin öğretisi. şöyle bir şeyden bahseder; her yaşam bir halkadır, ve eğer yaşamında yeterince ilerleyemezsen halkanı tamamlayamaz, yeniden gelir ve o eksik kalanı tamamlamaya çalışırsın. spiritüel anlamda tabii, iyi bir insan olmak anlamında gibi veya hmmm nasıl doğru tanımlayabilirim, hmm, "bilgelik". evet bu tanım oldu. belli bir bilgelik seviyesine eriştiğinde bir sonraki halkaya geçebiliyorsun. elbette o bahsedilen tam olarak bilgeliğe bir tanecik halkada ulaşamıyorsun, mümkün değil, tam olarak bilgelik derken böyle nasıl diyeyim, nirvana'ya ulaşmak gibi. hıh hatırladım, "düşler zamanı"na ulaşmak. aslında bir inanç sistemi, belki cennet diye tarif edilen yer. nasıl tanımlarsan. ha ben agnostik ateistim, bilinen anlamlardaki dini inancım yok benim, cennet diye bir yer var mı bilinemez savındayım ve olmadığı kanısına yakınsarım. insanlıktaki neredeyse her inanç sisteminde geçen o "ulaşılacak yer" tarifinin aslında bir "yer" değil de bir huzur olduğu savındayım. o nedenle bu öğretideki "bilgelik" dediğim "düşler zamanı" bence bu huzurun karşılığı. iç dış sulh biçimi? huzur demişken, yazımızdaki öğeleri içeren bir diğer parça da şu: "huzur desen huzur verir, bu macera uzun değil, dışarda bir oyun döner kazanmayan küçümsenir.. kusursuz insan olmuyor.. dönüp dolaştın hep aynı yerlerde (çember?) neden, nasıl, niye, benzerim nerde?"
reenkarnasyon diye bir şeyin de varlığının bilinemez olduğu savındayım ve var olmamasına yakınsarım. reenkarnasyon olarak tarif edilen şeyin aslında insanın dönüp kendini yeniden bulmasına eşdeğer olduğunu düşünüyorum. evet, bunları açıkladıktan sonra, konuyu dağıtmadan.. hmm. halkanı tamamladığında bir sonraki halkaya geçiyorsun öbüründen daha geniş çapta. genişleye genişleye büyüyorsun. bunun gibi bir şey. "yine ben miyim düşen, hiç zamanım da yok ki..yine de geldim dünyaya.. yine de geldim dünyana..". re. re işte.
bir de “gidebilirsin daha uzağa, sözcükten öte bir diyara, gerçek rüyaya”, buradaki ‘gerçek rüya’yı “düşler zamanı” olarak alalım mı? 
yukarıda oyun'dan bahsederken yazmıştım, "ağaç gibi büyüyerek" diye. ağacın halkaları. "life is a russian doll you were given when you were small and they're all inside you".  hıhı, aynen öyle. 
“herkesin birkaçı var kendisinden içeri”
sezen ablamızın sesinden de şunu duyalım "bir macera yaşamak dediğin, küçük zamanlar harmanı, sevindiğin üzüldüğün.. ne gemiler yaktım, o kadar yandı ki canım sonunda karşıdan baktım. bu kızı yeniden büyütmeliyim, kor ateşlerde yürütmeliyim, değirmenlerde öğütmeliyim. farkındayım, faaarkın dayım.." (farkın mı dayım? farkın dayı, sen misin? haha! “işte dayımdayız geçen..”)
dizeye geri dönersem, ne kadar kazarsan kaz kendi çemberinde bi noktadasın işte. kendinlesin yani işin özünde. kendi kuyundasın. yani sen çırpındıkça içinden çıkmaya, aslında sahip olduğun tek hayatın içinde bir noktadasın. sen kazmaya çalışırken zaman geçiyor, farkında mısın? bu senin hayatın, başkasının değil. içinde memnun oldukların, olmadıkların var. memnun olmadıklarından kaçmaya ya da memnun olduklarının daha iyilerine ulaşmaya çalışmak için kazmaya çalışıyorsun. o olmuş bu bitmiş sen istediğin kadar kaz (uğraş dur o niye öyle oldu falan diye), onlar (yaşanmışlıkların veya dört mevsim derken tarif ettiklerimiz) senin. ve öyle kabul et.  “artık kazma kuyu, hakkını ver elindekiyle”
sonbaharmış yazmış geçiyor işte. zaman geçecek. hüzün ya da neşe her ne ise, o da geçecek. başka bir yerde (çemberinin başka bir noktasında) bulacaksın kendini. çünkü: zaman.
ha bir de "smiles you'll give and tears you'll cry, all you touch and all you see is all your life will ever berun rabbit run, dig that hole, forget the sun, when at last the work is done, don't sit down, it's time to dig another one! for long you live, high you fly, but only if you ride the tide and balanced on the biggest wave you race towards an early grave" der ve hemen ardından "time"a gideriz....
hm. hani geçecek biliyosun ya, çemberinin başka bir noktasına ilerlerken "geçmesini" istemediğin şeyler varsa onları da yanında götür. "maybe you'll know when you see it, maybe if you say it you'll mean it, and when you find it you'll keep it in a permanent state", hııııh, marşıma da bağladım, tam oldu.


"her adı konulmuş beklenen gibi ilerliyo ve yine dardasın"
adı konmuş beklenen. hmm. ilerliyo bi de. ne olabilir sence? saatlere, günlere, aylara, mevsimlere, yıllara isim veriyoruz ya hani. adı konmuş beklenen. hıhı, evet, tabii ki zaman! yaaaa. evet. "maaşım şu gün yatacak, yatsın o zaman alırım". "haftaya dosya gelsin de işe başlarım". "cumartesi olsa da şuraya gitsek". "önümüzdeki yıl bilmemne yapacağım". adı konmuş beklenenlerin. küçük zaman aralıkların.
"sayılı gün çabuk geçer" özlü sözümüz. 
adı konmuş beklenen. hmmmm, başka ne ifade edebilir? beklentilerin. zaten seni hayal kırıklığına uğratan temelde beklentiler değil mi? yani yine sen kendin işte. evet özne sensin. nesneler değişiyor. "evi de şöyle boyadık, ooh mobilya da aldık, ama bir şeyler eksik daha almak lazım, hımmm şu müşteriden şöyle ödeme gelir, o zaman da şunu alırım, bunu alınca da şu işimi daha hakkıyla yaparım" falan diyerek beklentilerin oluyor. zincirdeki bir şey işlemezse beklenti çöp. işinle ilgili bir beklentin olur mesela, "şu şöyle olursa onu da ordan şöyle yaparsak böyle olur" falan diyerek beklentide oluyorsun -ki bu son derece doğal!. yalnız, beklentin ne kadar yüksekse o kadar yüksekten düşüyorsun tabii. hmmmm. şimdi bu demek değil ki insan kendisini beklentide bulunmamak için zorlasın. ı-ıh. o çalışmıyor, ben denedim. ne kadar bastıtrırsan o kadar taşıyor. bazen beklentilerin kendiliğinden yükseliveriyor. çok ama çok subjektif bir şey. yine göreceli bir değişken işte. izafiyet.
hmmmm.
yine dardasın.  "inancım hep tam mıdır, zamanım hep dar mıdır."  hm. bak burası çokomelli. bak bu parçanın yaptığı tespitler, sorduğu sorular çok yerli yerinde. onu da yazmak istiyorum ama yeri burası değil. yooo, aslında tam da yeri. eee ama yazdıkça uzadıkça uzuyor? neyse, sonra yazarım onun üzerine. çok güzel beste, çok güzel güfte. "aynı zamanda olsak ya" diyor yahu!
bu parçada benim hep koşasım geliyor. mirkelam'ın her gece klibinde koştuğu gibi, yürüyerek başlayıp gibi gittikçe hızlanarak. yalnız bir yerde (dakika saniye vermeyeyim, okuyucu tahmin etsin) koştukça sonunda dış kabuğumdan arınıp başka bir şeye dönüştüğümü hissediyorum. gözümle gördüm. keşke çizim yeteneğim olsa da çizsem. neyse. dur bir daha yazayım. "sormaz mıyım.. inancım hep tam mıdır, zamanım hep dar mıdır?"...


"kendinin ücrasında, aralık sevdasında, sanki bi tabanca var kalbinde, duyduğunu gizleme oyununda bilerek kullanmıyosun"
kendinin ücrası. hm. yukarıda çember'den bahsederken, kendin içindeyken kafanın dışında olduğu nokta. kendine yabancılaştığın yer. ya da kendinden kaçtığın yer. henüz kendini bulamadığın yer? ("ah bu ben kendimi nerelerde bulsam" - mazhar abi, sen de mi?). "yerimi bilmem, bilmem ne taraftayım, sesimi duymam, ne zamandır araftayım". eee hem kendinin ücrasında hem de duyduğunu gizleme oyununda işte. hem de dört mevsimden bahsederken "kimler varmış içimde yoklama yaptım" diye alıntıladığım aynı parça. vaaay.... 
aralık sevdası. aralık ayı? zaman aralığı? "zaman aralığını süpürmeyi unutma ben yokken".
ben bunu seneler evvel nereye yazmıştım yahu? şöyle bir şey söylemiştim; "an dediğin küçük zaman parçaları, zamanda aralıklar, zaman aralıkları". şey gibi düşün, interstellar filminde abimizin karadeliğe düşünce kendini zaman kesitlerinin arasında bulduğu sahne gibi.
aralık sevdası. adı konmuş beklenen. zaman. hmmmmmmmmm..
vaaaaayy...
sanki bir tabanca var kalbinde. hmmmm. hani sıksan patlar? kalbin, öylesine güçlü ki, tabanca gibi, bir kullansan karşı tarafı vuracaksın mı? vurmak? hm. eğer silahla vurmanın gerçek anlamında öldürmekle ya da yaralamakla sonuçlanacağı anlamından gidersem, "mermiler", o zaman kimseyi vurmamak için etrafına duvar örüp "duyduklarına susarsın". eh tabi olan sana olur o arada. 
vurmak eğer kalbindeki tabancayla birini kalbinden vurmaksa ve bu olumlu anlamdaysa; birinin sana söyledikleri kalbine dokunmuştur da, sen duyduğunu gizleme oyunu oynarsın da kalbindeki tabancayı bilerek kullanmazsın. aa aynı kapıya çıktı gibi oldu. yok, tam olarak değil. neyse. yok yok aynı kapı değil, kesinlikle.
"beni beni, bihter'ini" sahnesindeki kalbe dayanmış silah? o çok başka bir yer. bence hastalıklı bir yer. kimse gitmesin oraya.
duyduğunu gizleme oyunu. hımm. duyduklarına susmak. hmm. sustuğum ses. "istanbul uyanır mı sustuğum sese?".
aa, bak yine mazhar abi, "sen beni tanımazsın, severim de söylemem".  bu da diğer bir susma şekli?
tabanca. hm. "gel sen de kopar bi parça, tozum bile kalmasın, elinde boş bir tabanca, dua et ki patlasın kör bahtıma, gelecekse, ne gelecekse gelsin"





ha, bu kadar bilgelikten, kendini bilirlikten, şundan bundan bahsettim. işte şunu sordum da bunu buldum da şurdan çıktım da şuna vardım da falan da filan da... bu söylediklerim demek değil ki ben kendimi çok iyi bilirim. yoooo. ya da demek değil ki "ben oldum". yok öyle bir şey. o hoooooo daha hamdık, pişeceğiz deeee olacağız daaaaa..."yolumuz uzun yavrum, sen leyla ben mecnun"... "ben kendime bakıyorum beni bende arıyorum, nasıl anlatsam, hamkdık pişicez inşallah, finuna ericez inşallah, gözümüz açıldı maşallah. aynaya baktım pek bi güzel".  :)
sadece artan farkındalıklarım ve bunlar sayesinde bazı şeyleri kontrol edebilmek (kontrol edemediklerini bırakabiliyor olmanın senin kontrolünde olması).
"kendimi kabul ettim" dedim. kabul etmek, boşvermişlik anlamında değil.
yani umarım değildir çünkü bazen çok güzel tembel olabiliyorum.
yani örneklemem gerekirse;
"kötü taraflarım var."
"evet var"
"iyi taraflarım da var. ama kötü taraflarım, ben bunları sevmiyorum, niye varlar, niyee"
"evet ama varlar"
"bunların yüzünden şu şu olmuyor işte!"
"evet ama varlar, kabul etsen"
"ıııh etmicem işte. niye var bunlar. oof kazıyorum kazıyorum çıkmıyolar"
"o kadar kazıma. kazı kazan kartı değil ki bu. ah bak kanattın"
"oooof . iyi tamam peki. çıkmicak bunlar. tamam teslim oluyorum."
eee.. teslim oldum da.. diyelim ki değiştirmek için hiçbir şey yapmadım. kötüyüm ben dedim ya da hadi kötü demeyelim, mağdurum ben beni bu hale getirdiler dedim ve o halde kaldım? bu boşvermişlik oluyor değil mi? evet, kesinlikle.
heh işte o yüzden “boşvermişlik değil kabul etmek” dedim. sadece farkına varmak, kabul etmek, gerekirse değiştirmeye çalışmaya devam etmek belki ama zarar vererek değil. bunu diyorum. böyle yapılmalı! ben bunu yapıyorum, sen de bunu yapsan? ortada buluşuruz?

umarım, fikirsel olarak ulaştığım şu noktaya pratikte de gerçekten ulaşmışımdır. umarım olur da bu noktadan aşağı düşersem tekrar geri dönebilirim, umarım. umarım.. "rüzgara kapılmış gidiyorum ben".


bu kadar hafta bu kadar gün bu kadar saat yazıya da döktükten sonra...
dozunda olduğunu sandığım mükemmeliyetçiliğim ve yine dozunda olduğunu sandığım kontrolcülüğümü de işin içinme katarsak, zannımca, "bırakmayı öğrendim" dediğim bir yerdeyim. öğrenmemiş olabilirim. bilmiyorum. ama azıcık da olsa tecrübe kazanmışlığımdan yola çıkarak, "ya sonra bırakmak zorunda kalırsam? ooo çok fena düşerim" diye diye bir dala tutunamamak ve bunu yaparken de zamanın geçmesi ve dönüp "işte hep önceki kırılan dallar yüzünden bak görüyo musun!" dediğim bir yerdeyken, düşüne taşına önceki kırılan dallara teşekkür ettim gibi bir şey oldu. niye? şöyle. onların yüzünden düştüm. evet. doğru. ama, düşmeyi öğrendim. "öğrendim" çok büyük laf oldu. o kadar büyük laf etmeyeyim. "tecrübe etmişliğim oldu" diyeyim. benim dalımın kırılmasıyla düşen de olmuştur. kesin. onların da farkına vardım. bazen çok kısa sürdü bazen çok uzun sürdü ama yine de şimdi dönüp bakınca görüyorum ki düştüğüm yerden de çıkmışım. eeee, madem düştüğümüz yerden ama 2 gün ama 3 ay ama 2 sene ama 4 sene sonra çıkabiliyorsak.. tamam çıkana kadar da zaman geçiyor tabii, ama, düşmeyeyim diye tutunmadığında da zaman geçiyor. hıh. zaman.
soru: zamanını nasıl geçirmek istiyorsun? 
işte bütün bunların özünde yer alıyor bu soru. 
cevap şunun gibi bir şey sanki: "hayat hep sürecek sanma geçiyor bir anda, dolu dolu yaşadın mı dönüp baktığında? aklımdan çıkmıyor son zamanlarda". hahaha! aynen böyle! hahahahaha! 
hayaller paris gerçekler konya, düşlerim başka gerçek başka diye yakınırken, amaaaaaan umrumda değil noktasına gelmek iyi bir şey, di mi? "düşlerim başka gerçek başka, ama umrumda da değil. aklıma soktular bir bilmece gibi, çözemedim tamamen, doldur boş yerleri. ya devam et ya vazgeç, bu senin seçimin." :) "i'm waiting for what will come".



Bir tek bu paragrafa büyük harfle başlıyorum, çünkü büyük bir şey ekleyeceğim buraya.
Queen - Innuendo. 
baştan sona, bütün bu yazımda vardığım noktalarla ilgili bir özet. "you can be anything you want to be, just turn yourself into anything you think that you could ever be. be free with your tempo, be free, be free, surrender your ego, be free, be free to yourself!" parçanın baştan sona her şeyi.... sanırım 4 yaş civarımda tanışmış olmamdan, her ne kadar o yaşta ingilizce'yi anlamıyor olsam da içime işlemiş olacak ki.. son cümleleri de nedir? "if there's any kind of justice under the sky, if there's a point, there's a reason to live or die, if there's an answer to the questions we feel bound to ask, show yourself, destroy our fears, release your mask! oh yes we'll keep on trying, thread that fine line, yes we'll keep up smiling. and whatever will be will be. we'l just keep on trying till the end of time. till the end of time."....
zaman.
"gelecekse, ne gelecekse gelsin."
"whatever will be will be"... 
"que sera sera"
hah. aynı yere vardık mı?



tümevarım mı dersin. tümdengelim mi dersin. 
mutlak mı dersin. muğlak mı dersin..
söz asılı havada, ister al ister devam et dedik ya, işte.




---




şimdi schrödinger'in kedisinden bahsettim ya hani, bir kutuya çarptım da hiç bilinmez neye çarptım.. kutuyu açana kadar bilemeyeceğiz. "and you're rushing headlong, out of control, and you think you're so strong, but there ain't no stopping and there's nothing you can do about it at all".  eh bakalım, madem öyle, gazamız mübarek olsun. çünkü "whatever will be will be".
şu dizeyi de benden bana söylenir şekilde koyalım buraya "ah bu niyetin ziyan olmaz, inşallah. yandığını anlatır sana her yaprak. hiç bilinmez neye çarptın. masumiyetin ziyan olmaz."




bu kadar "şuradan yola çıktım şuna ulaştım" bik bik bik bik bir şeyler anlattım. ben bunları, gelecek zamandaki bana, "benden bana" yazdım. şöyle bilgeliğe erdim böyle kendimi geliştirdim falan gibi "ben ne karar manyağım, yoo, en çok ben çılgınım" diye övünmek için yazmadım. çünkü "sana buraya yazıyorum, o kadar çılgın değilsiiiiin" diye devam ediyor zaten söz :) 
ermiş falan da değilim. her insanevladının içinde bulunduğu ikilemler, çatışmalar, seçim yapma zorunlulukları, zaman darlıkları, kaçtıkları, kaçırdıkları. herkeste olan şeylerden bahsettim, bunu kendi baktığım farklı yerlerden anlattım. daha binbir türlü farklı yerden bakabilirim! 
ben benden bana seslendim sadece, okuyan kendine bir şeyler alabilirse de ne mutlu. 


ben her şeyi çözmüş değilim. kim her şeyi çözebilir ki zaten? (ercüment çözer?)
son olarak, adamlar'ın üçüncü albümünden "benden bana" parçası ile ikinci albümünden "yanmış içinden" parçası tam olarak aynı şeyi anlatıyor! (aslında tüm albümlerde pek çok parçada aynı konular işlenmiş de ben bu ikisi üzerinden yürüyeyim.)
zaman. yakmak. dört mevsim. duyduğunu bağırmamak. yanmak. kuyunun dibi. elimdeki kartların bunlar olması, oyun. aynada gördüğüm kafamın başka olması kafamdakinden. e işte aradığı merhem de iç dış sulh içinde ararım bulur muyum dediği. a-aaaaaaa... vaaaaaaaaay! vaaaaaaaaaaaaaaaayyyy!...
adam iki albüm arasında geçen zamanda kendisinden kendisine seslenmiş diye görürsem, bu da böyle bir "benden bana" olur..
tolga naaptın ya!...

şimdiiii... en başta dedim ya "vay.. vay.... vay.... diyorum" diye. işte şu hissiyatla. (küfür için kusura bakmayın, ama) bu vay vay vayy şaşırmasını anlatabilecek en ama en uygun sahne budur, ötesi yoktur:


 


yetsin mi bu kadar anlatım?

hadi yetsin.

nice varoluşsal sorgulamalara.

"the time is gone, the song is over, thought I'd something more to say..."












mmm.




i have something more to say, actually:

eclipse!

"all that you touch
and all that you see
all that you taste
all you feel
and all that you love
and all that you hate
all you distrust
all you save
and all that you give
and all that you deal
and all that you buy
beg, borrow or steal
and all you create
and all you destroy
and all that you do
and all that you say
and all that you eat
and everyone you meet
and all that you slight
and everyone you fight
and all that is now
and all that is gone
and all that's to come
and everything under the sun is in tune
but the sun is eclipsed by the moon"











hadi canım i'll see you on the dark side of the moon.  😘


 




01 Mayıs 2020

mayıs ayının 1'i olunca benim şarkım budur:


"içimden mayıs sıkıntılarını attım, hazırlıklar haziran'a
bilseydim neşeli bir türkü yakardım, müthiş huzur verir bana.

hep doğru bildiğim şeyleri düşündüm, kendimi kandırmışım, hayret!
çalışmışım düzene, sisteme saplanmışım, anladım bunu nihayet.

cebimde maaşın son kırıntıları, baktım hedef aynı birahane

içseydim kesin bir sigara yakardım, keyifliyim, gerisi bahane.
hep yanından geçtiğim sokağa girdim, yıllardır ilk kez, hayret!
alışmışım rutine, normale şartlanmışım, kırılacak zincir, gayret!

"bi dur" dedim, aklıma, "dur, düşünmeden beş dakika bekle"
bak aylardan mayıs, aşık olmalı, uçurtma yapmalıyız...
aylardan mayıs, düşünmeden yaşamalıyız...

düşünmeden yaşamalıyız!..."


zardanadam, canım zardanadam :)
"korsan" albümüyle 2004'te tanıştım ben.
bugünüm de böyle :)


müzik... iyi ki var.
albümler... iyi ki varlar.
albümleri sevelim, bağrımıza basalım.



ha bir de, uçurtmalar yapsak ya =)