19 Aralık 2019

geçen gün bir arkadaşla konuşuyoruz. "ne arıyorsun" dedi.
"klavyemi arıyorum" dedim. 
"yok yok" dedi, "evleneceğin adamda ne arıyorsun?" 
"aramıyorum" dedim.
















çocukluğumdan.. bende çok büyük bir yeri olan, zamanında muhtemelen annem tarafından satılmış gitmiş olan casio klavyemiz.. 


haa bak bisikletimi de arıyorum mesela. senelerdir..
benim canım bakır rengi bisikletim... kim bilir nerelerde şimdi.. bir fotoğrafı bile yok elimde.
ama internette bulabildiğim temsili fotoğrafı var..

hani kendi kendine totemler tılsımlar bir şeylere inanan kızlarımız var, "işaret".. herhangi bir şeyi işaret olarak alıyor, neymiş efendim işte sarı mendil kimdeyse onunla evlenecekmiş. hah işte bununla bağdaştırıyorlar ben böyle “klavyemi/bisikletimi arıyorum” diye söyleyince. hayır arkadaşım, ben bu iki nesneyi aradığımı zaten her arkadaşıma anlatıyorum. bilmeyen kalmadı. bunlar benim için ulvi işaretler falan değil yani. mesela fatma'cığıma söyledim bisikletimi arıyorum diye. fatma bulsa getirse, fatma'yla mı evleneceğim? kuzenim bulsa getirse kuzenimle mi evleneceğim? hayır tabii ki. bu sadece beni önemsediğini ve mutlu etmek istediğini gösterir. bu kadar. hı, bunları bulup getiren kişiye kocaman sarılırım elbette ki! hem de nasıl!!!
ama evlilik böyle işaretlerle beklenmesi gereken bir büyük olay değil ki? bir de neden herkes benim evlenecek birini aramakta olduğumu düşünüyor? ay birini bulayım da evleneyim kafasında olduğumu düşünüyor? yooo, öyle bir arayışım yok? yani özel bir arama çabası sarfediyor durumda değilim. olursa olur olmazsa olmaz, ne bileyim ben? niye tırım tırım arayayım?

---

yine başka bir arkadaşım sordu “naaptın hâla bekar mısın” diye. 33 yaşıma geldim ya, tabii... 
“işimle evlendim” dedim. 
soruya bak soruya... hayatta her şeyi sizinle aynı zamanda yapmış olmak zorunda mıyım? ayrıca evlenmek bir zorunluluk mu? ben de çocukken masallar anlatıldım, okutuldum. küçükken inanmıştım tabii. “küçükken çok inanmıştım..”
ama masallarla büyüdüğü için gerçek hayatın da böyle olacağına inanan, hayattaki tek amacı/başarısı evlenmek olan biri olmadığımdan ileri gelse gerek.. hımm ya da belki gençlerimiz ancak evlenerek aile evinden kurtulabildikleri için böyle düşünüyorlardır, kendi hayatını kurabilmek için tek seçeneği evlenmekmiş gibi gibi. ee ben zaten 2007’de ayrılmışım evden, 2008’den beri kendi kiraladığım evlerde oturuyorum, kendi hayatımı kurmuşum, hiç amaan evlensem de kurtulsam diye bir ihtiyacım olmadı. herhalde bundan ileri gelse gerek; evlenmeyi zorunluluk/amaç/başarı olarak görmüyorum. amaç olması çok saçma. haa bak olsa olsa araç olabilir. sana bunu istetecek bir insanla ömrünü geçirme isteğini gerçekleştirmeye yönelik bir araç. 
bıktım vallahi kültürümüzdeki şu “şu yaşa gelmiş kadın, bu yaşa gelmiş adam bekarsa kesin sorunludur” anlayışından. sorunlu görüyorsanız beni iyi tamam sorunluyum diyeyim de bari hiç olmazsa böyle sorularla gelmemiş olursunuz? aynı soruları tekrarlıyorum; zorunda mıyım? ben hayatta her şeyi sizinle aynı zamanda yapmış olmak zorunda mıyım?
brace yourselves, pembe gözlük kırmaya geldim: 
arkadaşım, ben sana gerçekte olanı söyleyeyim mi? prensliğe soyunanlar sen hiçbir şey beklemezken hızlı koşan atlarının üstünde geliyorlar, "nooluyoruz?" diyorsun, sonra tam alışacak gibi oluyorsun, beklenti yaratıyorlar ardından atlarını bırakıp kaçıyorlar. vallahi atlar prenslerden daha mert. kadınlar da kendilerini prenses sanıyor ve adam benim için her şeyi yapsın, ev alsın, araba alsın, pırlantalar alsın, camdan ayakkabımı getirsin, bana katlansın, bana katlandığı yetmiyormuş gibi aileme de katlansın, benim bunlar hakkında yapacağım dırdıra da katlansın, ama onun bir derdi olduğunda ben prenses olduğum için kılımı kıpırdatmayayım, hatta beni bunlarla neden üzüyorsun deyip bir de trip atayım modundalar. prenses sendromundaki hemcinslerim, yapmasanız ya bunu? özellikle de iyi kalpli adamları yontarak prense çevirmeye çalışmasanız? sizin bunları yapa yapa kırıp bozduğunuz adamlar sonunda şans eseri bize denk geldiklerinde tamiri mümkünsüz halde oldukları gibi bizi de kırıp bozuyorlar.
ondan sonra diğer gelenlere karşı da "tam güveneceğim, bir gülme geliyor" haline bürünüyoruz.

kadınların çoğu ev, araba, ıvır zıvır, pırlanta ister, camdan ayakkabı ister dedik. ben bunların istenmesini saçma buluyorum. yani birinci öncelik olmasını saçma buluyorum. adamlar da bizden anneleri olmamızı istiyorlar. pışpışlayalım, arkalarını toplayalım, başkalarının yonta kıra mahvettiği dallarının yaralarını biz saralım ama yaralar iyileşince çekip gidebilsinler istiyorlar. adamım, sen önce bi çıkmakta geç kaldığın o ergenlikten çık. ben sana anne olamam. insan annesiyle aynı yatağa o şekilde girer mi ya, ayıp! olsam olsam beeeeeeellki çocuğuna anne olurum. olabilir miyim, o konuda hem sana hem kendime güvenebilir miyim emin değilim? ha tabi ki size anaç ruhumuzdan şefkat göstereceğiz. siz de bize babaç (? evet bence böyle bir kelime mümkündür) ruhunuzdan şefkat göstereceksiniz. biz sizi büyütmeyeceğiz, yok öyle tek taraflı. birlikte büyünecek. mustafa abi yazmış, sertab ablamız taaa 1994’te seslendirdiydi “büyü de gel çocuk” diye (ama böyle de olmaz ki, parçanın adındaki bağlaç olan de spotify'da bitişik yazımış yahu! e yuh). ona büyüyüp de gelmiş çocuğun biri levent abimiz diğeri demir abimiz. 
sen bir levent, sen bir demir misin? olabilir misin? ben sertab mıyım? olabilir miyim?
tamam tamam başka insanlar olmayacağız tabii. metafor kullandım sadece. daha düz anlatayım:
özen gösterdin mi? güven verdin mi? saygı? şefkat verdin mi? değer verdin ve bunu hissettirebildin mi? özgürleştirdin mi? büyüdün mü? benden aynılarını gördün mü?  dur tekrar yazayım; saygı?? güven??? şefkat???? özen????? değer????? hımm dur şunu da atlamayalım, stabilite????????? elbette ki karşılıklı olması elzem! hep bana hep bana şeklinde beklenmemeli bunlar. 
haaah, bunlar tamamsa kuyumculuk ürünlerini ve camdan ayakkabıyı istemem dedim ama ille de yan cebime koymakta ısrar edersen hayır demem. istersen ev araba da alabilirsin, hayır demem :) bak ne kadar dürüstüm. :)
ne yapayım ben envai çeşit parlak taşlı kuyumculuk ürününü yahu altı boş ise? benim parlak olmasını istediğim şey taşlar değil, parlak ve sağlıklı zihin istiyorum. zihin parlak ve berrak olsun, taşları bulmak kolay. he tabii ki hepimizin yaraları var, benim de var. ee ben beni yontmaya çalıştıklarında açılmış olanları kendi başıma sarabilmişsem; bir zahmet en az benim kadar güçlü olmuş olsan? ki ben çok güçlüyüm demiyorum, iddia olarak anlaşılmasın. şunu demek istedim: sadece; gelip kendi başına sarmayı beceremediğin yaralarını benim hem sarıp hem kapatmamı bekleyip üstüne bir de benim kendi başıma sardığım, belki tam kapanmamış ama kapanmak üzere olan yaralarımı kanatacağına... tamam hadi daha yumuşak konuşayım. ben senin sen benim yaralarımızı saralım karşılıklı. yeter ki yenilerini açmayalım, kaş yaparken göz çıkarmayalım yahu.. bu arada ben senin içindeki küçük oğlan çocuğunu pışpışlarım, sen de benim içimdeki küçük kızı pışpışlarsın. tabii ki her şey güllük gülistanlık olmayacak. tartışmalar olacak. ama tartışmak var tartışmak var. yapıcılık vs yıkıcılık. "it's not always rainbows and butterflies, it's compromise that moves us along". 
hem bilimden, hem müzikten, ne bileyim “konya’dan hindistan’dan” konuşup aynı zamanda saçmasapan geyik de yapılabilsin. tekerlekler ve kanatlarla özgür olunabilsin. benzeşilsin tabii ama bire bir aynı olunmamalı onu biliyorum. karşılıklı hayranlık uyandıran farklılıklar olsun. bak hayranlık diyorum. hayvanlık demiyorum. 
hımm. başkaaaa.. hah, büyük mevzu, özgürlük çoğaldıkça güvenlik azalır, güvenlik arttıkça özgürlük azalır. ben hem güven hem özgürlük istiyorum? bu ikisinin dengede olması gerek. hadi bakalım. ben sana bunları sağlarsam sen de bana sağlayabilir misin? 

bence, bunlar sağlandığında ilişki gelişir. daha ilişkiye başlar başlamaz acaba bununla evlenecek miyim diye düşünen kadınlar/adamlar var. tamam, hadi belki çok etkilenmişsindir de aklından geçmesi normal olabilir, diyelim. ama ilişkinin başından başlıyor adamı yontmaya usul usul. birbirini tanımaya çalışmaktan bahsetmiyorum, düpedüz “yontmak”tan bahsediyorum. bazı özellikleri hoşuna gittiği için başlıyor ilişkiye ama sonra o özellikleri yontmak istiyor, kafasındaki ideal’e dönüştürmeye çalışıyor. olmayınca biraz şurasından burasından yamultulmuş adam bu kez başka bir kadın tarafından başka yerlerinden yontulmaya çalışılıp daha da yamuluyor. oradan sonrası adamın karakterinin sağlamlığına bağlı. kendi kendine toparlanabilir de, toparlanamayıp iyice saçmalayabilir de. sadece kadınlar adamlara bunu yapmıyor, adamlar da kadınlara bunu yapıyor, aynı şekilde. eh ondan sonrası da yine kadının karakterinin gücüne kalıyor... yazık değil mi? ilişki dediğin insanların birbirlerini tanıması ve uyum sağlamaya çalışmasıdır yahu, yontması değil ki. tanımaya başlarsın, uyumlu yanlarınızı görürsün, uyumsuz yanlarınızı görürsün, o uyumsuz yanlarınızı bir şekilde adımlar atarak asgari müşterekte buluşabiliyorsanız ne ala, ama iki tarafın da karşılıklı isteğiyle. tek tarafın isteğiyle olunca yontmak oluyor işte. ondan sonra insanlar yoruluyor, "her seferinde keşfetmek yeniden aşkı, bu vakitsizlikte akla ziyan değil mi?" diyor, sonrakilere emek harcamaya hali kalmıyor. 

insanlar sırf evlenmiş olmak için evleniyor. çok saçma değil mi bu yaa? sen önce ilişkini yaşasana güzel güzel... hatta mümkünse bir süre birlikte yaşayın bakalım hayat öyle nasıl oluyor, başlangıçta “evet yaa bu insanla hayat geçer” fikrin pratikte de aynı kalıyor mu, onu görün. sonunda evlenir misiniz evlenmez misiniz, evlenmek dediğiniz şeyi neyle tanımlıyorsunuz o size bağlı. siz yeter ki evlenmek karşınızdaki kişiye hissettiklerinizden kaynaklanan bir istek değil de kendi başına sizin bireysel hedefinizmiş gibi davranmayın. bireysel hedef değil o. bir ortaklık. hayat ortaklığı. hayatı paylaşmak. yoldaşlık. siz şimdi “dur kendime bir best friend bulayım” diye karar verip karşınıza çıkan kişileri o kalıba sokmaya çalışarak mı en yakın dostunuzu edindiniz? sanmıyorum. o zaman “hadi ben artık evleneyim” diye yola çıkılmaz. hah işte, savım bu. 

filmlerde mutlu son olarak gösterirler ya hep, evlendiler ve mutlu oldular, falan. masalların sonu da öyle, "and they lived happily ever after" diye bitiyor. işte hep o yüzden oluyor bu amaç olarak görme işi. iyi de düğün hikayenin sonu değil ki? asıl hikaye orada başlıyor yahu. hatta daha evlilik gerçekleşmeden başlıyor. aileler dahil oluyor işin içine falan. fiiiiyuuuuuu.. seyreyle cümbüşü... sanki iki insan değil de iki aile evleniyor gibi. bizimkiler şöyle dedi sizinkiler böyle dedi.. öyle olunca da tadı kaçıyor herkesin. kaçırmasanıza birbirinizin tadını? yapmayın böyle. elbette ki aileler durumun dışında bırakılamaz, aileleriniz size müdahale edecek, fikirlerini isteklerini taleplerini söyleyecek. siz de birbirinize taleplerinizi söyleyeceksiniz. bunlar çok normal, aileler dışlansın demiyorum. ama siz bu istek-talep vb iletişimini birbirinizi yıpratmadan, uzlaşarak yapmanın yolunu bulsanız? çok mu ütopik? eee, yapan nasıl yapıyor? ;) o hayranlık duyduğunuz yıllanmış çiftler, hani şu 80 yaşına gelmiş ama halen el ele yürüyen dede ile nineler, biri prens diğeri prenses olduğu için o kadar uzun yıllar bir arada kalmadılar ki, uzlaşabildikleri için bir arada kaldılar ;) öyle uzlaştılar ki o zaman birbirlerinin gözünde prens-prenses oldular belki. yani kanırta kanırta yontarak olmuyor o iş, uzlaşarak oluyor. beklentilerinizi doğru üslupla konuşabilen insanlarsanız... karşındaki, senin beklentilerine uyabilmek için senin zorlamanla değil içinden gelerek senin için adım atarsa, sen de aynı şekilde onun tarafından zorlanıyor değil içinden gelerek onun için adım atıyorsan... o zaman işte yan yana çocuklaşabiliriz de, karşılıklı birbirimizi pışpışlayabiliriz de. böyle söyleyince pembe gözlüklü mü tınladım? pembe gözlük dediğin böyle olur, oh canıma değsin.

özen göstermek lazım, özen. karşındakini asla kırmamak değil, olabilir, fark etmeden kırabilirsin, iyi bir şey yapayım derken sonuç bambaşka yere gidebilir ve kırabilirsin. önemli olan, bunun hemen farkına varman ve neye kırıldığını öğrenmeye gönülllü olman, tekrarlamamaya özen göstermen ve dahi bunun karşılıklı olması. işteş olması. 

bir alıntı ekleyeyim:
 gerekli özenden bahsim her gün çiçekler, çikolatalar, aşk şiirleri, kapısında köle olmak değil. ona sık sık ne kadar sevildiğini hatırlatmak, hayatınızda ondan önemsiz gördüğünüz kişiler için onu kırmamak, yalan söylememek, kriz anlarında konuşmak, bağırmak ya da kavga etmek yerine sakinleşene kadar sarılmak, sessiz kalmak ya da bunları yapamayacak kadar kızgınsanız iki tarafın da sakinleşmesini beklemek, kıskandırmaya çalışmamak, kişisel takıntılarına eğer sizin kişiliğiniz (egonuz değil kişiliğiniz) ve aileniz hakkında değilse saygı duymak ve dikkat etmek. yani normal bir ilişkinin güzel, dürüst, saygı ve sevgi çerçevesinde yürümesi için gerekenler bunlar aslına bakarsanız. ama en önemlisi de yanlış yaptığı ya da düşündüğü şeylerde onu önemsediğinizi ve sahiplendiğinizi fark ettirerek düzgünce uyarmak. zaten bunlara dikkat ederseniz emin olun karşılığını fazlasıyla göreceksiniz. yoksa ne mi olur? bitmek bilmeyen kavgalar, ayrılıp barışmalar, şiddetli geçimsizlik, iki insanda da sonraki ilişkilerine ve hatta evliliklerine yansıyacak boyutlarda güven kaybı.

unutmayın. karşınızdaki bir birey. size dönüp bakmaya tenezzül bile edemediğini söylese de, güvensizliğini dürttüğünüz için akıl almayacak şeyler yapsa da; yaptığı yemeği size tattıramadığında ağlayan, bir tişört gördüğünde ne kadar da yakışırdı sana diye düşünüp özleyen bir birey. doğrusuyla yanlışıyla, iyi ve kötü yanlarıyla, zalimliğiyle pençe atışından kedi yavrusu gibi sokulmasıyla, her hücresiyle bir insan. o yüzden ne olur önemsemeyecekseniz; kıracak, yıkacak, örseleyecekseniz; aldığınız yerden daha geride, kabuslarının tam ortasına bırakacaksanız girmeyin bir insanın hayatına. bir yerlerde kırıkları olan ve hatta size bunları gösterme, "bak buram kanıyor" deme gafletine düşmüş, bu yaralarına rağmen ayakta kalmaya çalışan insanların hayatlarını egolarınızla, "ben böyleyim"lerinizle, sevgisizliğinizle, anlayışsızlığınızla, kararsızlıklarınızla, gel gitlerinizle daha da zor, katlanılamaz hale getirmeyin. destek olamayacaksanız, omuz omuza veremeyecekseniz, bir olamayacaksanız, hayatında da olmayın, lütfen.”

şimdi diyeceksiniz ki “bekar kadın bize ilişki/evlilik tavsiyesi mi verecekmiş ha ha”. çok mu ukalaca konuştum? evet canım ukalayım. ukalalığımla sev beni. ah be canım arkadaşım, merak etme çevremde gözlem yapabileceğim bolca örnek ve bolca zamanım oldu, oluyor. gel benim baktığım yerden bak, lütfen.
“ben artık evleneyim” diye yola çıkıp, karşına çıkan(lar)ı bir kalıba -kafandaki ideale- sığdırmaya çalışmak çok saçma değil mi? bunun yerine, karşındaki insan sana “evet ben bu insanla bir ömür geçirmek istiyorum” diye düşündürdüğü zaman bu yola girmek, bunu diyorum. o kadar. 

hemcinslerim; prens prenses masallarına inanıyorsunuz ya; kurbağa geliyor, öpüyoruz prens falan olmuyor. yok öyle bir şey, "pamuk prenses 2"yi izleseydiniz bilirdiniz. bizler de prenses değiliz. gerçekçi olalım mı biraz?  "bir film sonunda fark edelim mi bu hayat dediklerinin düş olmadığını"? ben de inanmak isterdim ama o iş öyle değil. o yüzden kurbağanın prense dönüşmesini bekleme. kurbağayı kurbağa olarak kabul et, öyle sev eğer sevebileceksen. hiçkimse mükemmel değil. ben de değilim. sen de değilsin, karşına çıkacak olan kişiler de mükemmel olmayacak. ama “uyum” başka bir şey. önemli olan o. 

beyaz atlı prens gelecekmişmiş.. at geliyor, prens falan yok. bunu bil, ona göre beklentini ayarla. prensi değil atı sev. kendin de prenses olmaya çalışma. kendin ol. hıı bak, at gelir, seni prenses gibi hissetitirir, sen de onu prens gibi hissettirirsin, hah işte o zaman oldu. 
vallahi atların suçu yok. prensesler önceden dengelerini bozmuşlar garibimlerin. at güzel hayvan. satrançta en değerli taş. ben de prenses değil kısrak olayım zaten. atlarla sorunum yok benim. yeter ki koşmak istesin.
“istemez de koşmaz at, yağmur çamur hikaye, gönlün yoksa gönlümde köşkler olur harabe. ölü çiçekler kururken ben de onlarla bekledim, sevda sandığım kuşlar oldu sineme taşlar...”
hadi bakalım atlar at meydanına. bakalım önce atlarımız anlaşacak mı, uyuşacak mı? atlarımızı salalım, dönerlerse bizimdirler. dönmezlerse “atlar dönmedi” deriz.

bir alıntı daha ekleyeyim şuraya:
“yani, mesela kadın olarak benim önceliklerimde de evlenmek fikri yer almıyor çok acayip.

aslında değil.

acayip falan değil.

toplumların içinde devasa bir güven yıkılması söz konusu.

insanlar iyi niyet paylaşmak istediğinizde bile sizi nasıl kullanabilirimi hesaplıyor çünkü.

hele de eğer benim gibi özgür ruhluysanız, katlanamıyorsanız en ufak baskıya, tek yaşam isteğiniz yaşamı keşfetme ve varsa bir yerde sevgiye değmekse bu çok normal.

ha ama olmaz demiyorum. yani iki kişi için sanki dünyada başkası yokmuş ve başka kimse de ondan daha iyi anlayamaz ve daha iyi tamamlayamazmış gibi hissetmek mümkün değildir demiyorum.

örneklerini de gördüm.

ama, çokçası sevgisini sakınanlardan, çokçası seni kendi hedefi doğrultusunda basamak taşı gibi kullanmak isteyenlerden, çokçası sevdim derken bile bencilce kendini gösterme peşinde olup, kendi tatminini yaşama derdinde olduğundan aslında ruhu sana hep kapalı olanlardan.

o yüzden de zor. iyi ruhlusunu bulmak. gün batımını beraber izlemeye, dünyayı gezmeye, planlar yapmaya, çocuksu oyunlar peşinde koşmaya, başarısızlıklarına sarılmaya, başarısını taşımaya çalışmaya, bir ağacı anlatmayı denemeye, bugün birlikte yeni ne keşfetsek sorusunu sorma cesaretini kovalamaya değenini bulmak zor.

çünkü, çoğusu durduk yere kinci, hırslı, yalancı, sahtekar, ikiyüzlü, kaba, korkak, çıkarcı, yaşam ve insan körü ve fazlaca da çirkin ruhlu.”

“niye evlenmedin” diyen arkadaşlarıma cevabım budur; evlenmeyi belli bir yaş aralığında yapılması zorunlu olan bir ‘amaç’ olarak görmediğimden. henüz karşıma “evet bu insanla bir ömür geçer” diyebileceğim biri çıkmadığından, çıkmışsa dahi aynı şeyi o benim için düşünmemiş olduğundan belki de. sanırım hayatı biraz fazla ciddiye alıyorum?
hadi canım arkadaşım. hadi. siz kendi evliliklerinizde mutlu olun ben arkadaşınız olarak bunu can-ı gönülden istiyorum. belki de, ben sizinle görüştüğümde siz evli olduğunuz ben bekar olduğum için, benimle konuşurken sizden eksik olduğumu düşünüp, buna bir çeşit (acıma demeyeyim ama) "onda olmayan bende var ve bunu gözüne gözüne sokuyorum" duygusuyla, sizde olanın bende de olmasını istiyorsunuz ki siz kendinizi kötü hissetmeyesiniz gibi bir şey oluyor sanırım. bu da sizlerin benim iyiliğimi düşündüğünüz temelinden gelir. teşekkür ederim. iyi niyetinizi görüyorum. ama benim sizde olana gıptayla bakıp iç geçirmek gibi bir durum içinde olmadığımı anlamanız gerek. işimle olan evliliğimde kendi kendime gayet mutluyum. canım arkadaşım, şu yukarıda ben şunu şunu şunu istiyorum dediğim şeyleri arıyorum olarak algılama. aramıyorum. yormayın beni ya. "yaa ama sen de çok mükemmeliyetçisin, böyle bulamazsın ki". yahu, aramıyorum diyorum. a-ra-mı-yo-rum! dedim ya hayatımın merkezindeki amaç evlenmek değil. evliliğe karşı değilim tabii, yanlış anlaşılmasın. “asla evlenmek istemiyorum” şeklinde bir tavrım da yok. bütün bu yazımda söylemek istediğim ana nokta; bu olay sürekli beklenmekte olan büyüüük bir hedef değil, öyle olmamalı, çocuklara bu şekilde öğretilmemeli, bilinçaltına bu şekilde yerleştirilmemeli. siz bana böyle sorular sormasanız evlenmek konusu gündelik hayatta benim aklıma bile gelmiyor. hıı, bak, yalnızlık hissetmiyor değilim. elbette benim de aklıma arada bir “yalnız ölmeyeceğim değil mi?” sorusu geliyor. ama biliyorsunuz ki evlenenler de yalnız ölebiliyor sonunda.. sadece; evlenmenin niye bu kadar büyütülen bir konu olduğunu anlamıyorum, bana göre hayatta karşımıza çıkabilecek biiiir sürü olaydan bir tanesi sadece. olursa olur, hayatı paylaşırız. olmazsa olmaz, ne yapayım, benim hayatım da böyle geçecekmiş derim sonunda. 
ha, bilemiyorum, belki karşıma biri çıkar da beni inandırır.. belli mi olur? ama “niye hâla çıkmadı yeaaaa” diye tırım tırım aramıyorum, “aramıyorum” derken bunu kastediyorum, işin özeti bu. 

yukarıda yazdığımı tekrar yapıştırayım buraya:
“ben artık evleneyim” diye yola çıkıp, karşına çıkan(lar)ı bir kalıba -kafandaki ideale- sığdırmaya çalışmak çok saçma değil mi? bunun yerine, karşındaki insan sana “evet ben bu insanla bir ömür geçirmek istiyorum” diye düşündürdüğü zaman bu yola girmek, bunu diyorum. bunu yapın. 

siz sanıyorsunuz ki bu kadın her gün "ah ah niye hâla bekarım" diye düşünüyor, birini arıyor. bu yaşa gelip de bulamamış olduğuna göre herhalde çok acayip bir şey arıyor olmalı diyorsunuz, merakınız gıdıklanıyor, o yüzden de ne aradığımı falan soruyorsunuz. salt garip bulduğunuz bu durumun sebebine dair olan merakınızı gidermek için veya belki de ne aradığımı bilirseniz bulup getirmek için soruyorsunuz. iyi niyetinize teşekkürler.
"the one" diye bir şey aramıyorum ki ben. öyle bir şey var mıdır yok mudur bilemem. varlığını da iddia edemem yokluğunu da iddia edemem. bütün gün kulemde oturup benimki ne zaman gelecek diye düşünüp dertli dertli saçlarımı taramıyorum ben, daha başka şeyler var gündelik hayatta ilgilendiğim. ama ille de var diye ısrar edecekseniz, ben de diyorum ki varsa bile neden arayayım ki, zaten ille bir yerde denk geliriz, saçlarımı o tarar :) 
elbette ki insanın inanası geliyor, böyle ideal bir varlık varmış da bir gün çıkıp gelince her şey şahane olacakmış fikrine, kim inanmak istemez ki. bütün her şey kolaylaşırdı o zaman. ama buna körü körüne inanıp oturup bekleyecek ve hatta bütün işimi gücümü bırakıp kalkıp aramaya çıkacak halim yok. idealize edilmiş bir kişiyi beklemenin tehlikeli olduğunu düşünüyorum ve ideali aramanın hayatınıza giren kişilere haksızlık olduğunu düşünüyorum. 
neyse toparlayayım, dediğim gibi, “inan bak gerçekten the one diye bir şey var” diyorsanız, buna cevabım tamam, varsa zaten mutlaka bir şekilde denk geliriz, “beni sen inandır” derim, sonrasına bakarız. böyle bir şey olana kadar da ben memnunum halimden, saçma sapan yaş almış ama ergen kalmışlar gelip dengemi bozmadıkları sürece. 
bana denge getirecekse gelsin, ben de ona denge getireyim tabii ki; tek taraflı emek vermek hoş değil. yoksa hiç gerek yok, ben kendi dengemle mutluyum. azıcık agresif yazmış olabilirim bu yazımı, sürekli aynı sorularla karşılaşmanın verdiği hissiyattandır, mazur görüveriniz.
"bize neler neler öğrettiler sevdalar üstüne, aldatıldık, sevda böyle değil".


"sen yaptın 'doğru'yu sanki varmış gibi. unut, hiçbir film yok hayatını çeken, bir sen ve daha sen seni özetleyen. aradığın ikiz çıkmaz boş karşına, biz nefes almayız hayal dünyanda. evet hayat garip, daha ötesi yok, sen sade yaşarsın garip kurmacanda. unut hiçbir film yok hayatını çeken. bir sen, ve daha sen seni gözetleyen. sendin kaçardın ve hep yakalandın. kır bu kez, olsun, insanlık kalmasın. bu kent senin değil, zaten hep burdaydı. yalnızlar şehri diye bir şey olmaz." (bu kadar da olumsuz başlayıp sonunda olumlu biten bir parça... yalnızlar şehri diye bir şey olmaz.. pek şeker pek!! :) )


——


şimdi madem bugün 33üncü doğum günüm, sadece kendimin anlayabileceği bir şeyler bırakayım buraya bakalım ne olacak:

-yıldızlı 2li 3lü zaman şeysi. 
-müzik kutusuna bozukluk atma. onu tamir et. 
-üçüncü gezegendeyim.
-hepsinin ortaya karışık versiyonu.

kendime minik çapalar bırakıyorum zamanda.

evet olabildiğince alengirli bir şeyler bıraktığıma göre, kendi kendimi sabote ediyorum? yoo. bence etmiyorum :) eğleniyoruz şurda işte. :)